Anı-Hikaye
Emin KEŞMER
*
2006 yılında İstanbul’da 800 küsur öğrencisi olan bir lisede müdürlük görevine başladım.
Çokça merkezî bir yerde olmasına rağmen okul çok donanımsız.
Salon, kütüphane, laboratuar vesaire hak getire.
Bir müdür, iki müdür yardımcısı, bir öğretmen odası, bir uyduruk kantin.
Bodrumda müstahdemin kaldığı iğreti bir yer ile yakıt deposu bulunan dar bir oda.
Ve tabi üstteki iki katta da kibrit kutusu misali sınıflar.
Dışarıda ise okula göre nispeten büyücek bir tuhaf bahçe.
.
Göreve başladığımın ikinci veya üçüncü günü iki müdür yardımcısı ile bir toplantı yapalım dedik.
Yıllardır orada, yaşça da büyük olanı dedi ki:
–Müdürüm sizden bir ricada bulunsak?
–Buyurun, hayhay, elimizden gelen birşeyse…
–Hocam, okulda epeyce bir disiplin sorunumuz var, başta kılık kıyafet olmak üzere -siz de görmüşsünüzdür ya- vaziyet hiç içaçıcı değil. Biz de hem velilerle hem de öğrencilerle ister istemez fazla yüzgöz olduk, hani bir manada yüzümüz eskidi. Siz şimdi yeni geldiniz, sertçe bir tavırla idarenin otoritesini yeniden tesis ederek iyice hissettirseniz diyoruz?
–Nasıl yapacağım o işi, sizin öneriniz var mı? diye sordum.
Genç Müdür Yardımcısı A. dedi ki:
–Müdürüm, aşayişi bozan tipler aşağı yukarı belli. Onlara yumuşak davranmamak lazım. Diğerlerinin de insicamını bozuyorlar. Eğitimde dayağa karşıyız tamam da gerekirse bir iki tanesine şöyle bir ‘şey etmek’ gerekiyor icabında. İnanın bu haber derhal yayılır okulda, çoğu hemen de hizaya gelir yani…
Yaşlı olan T. devam etti:
-Mesela bazılarını o kadar uyardık, yakaları iki üç düğme açık, kravatları sarkmış, gömlekler pantolonun dışında, saç sakal birbirine karışmış olan bile var… Biz ne yaptıysak, bağırdık çağırdık, Disiplin Kurulunu çalıştırdık, olmadı, önünü alamadık. Hocam, siz bari birşeyler yapın da…
Böyle birşey söyleneceğini beklemiyordum açıkçası.
Birden:
–Arkadaşlar, iyi güzel söylüyorsunuz da… kusura bakmayın ama ben birşey yapamam! deyiverdim.
İkisi de şaşırdı kaldı bir süre. Dalga geçiyorum veya şaka yapıyorum sandılar herhalde. Genç olanı toparlanıp:
–Birşey yapamaz mısınız?
–Evet yapamam… dedim ısrarla ve ciddi olarak.
–Böyle mi devam etsinler Hocam? dedi.
–Herhalde daha iyi olur… dedim.
Toplantının bütün tadı tuzu kaçtı, anladım.
Onların tavrından ‘’Eğer siz böyle söylüyorsanız daha ne konuşalım ki ey Müdür?’’ duygusu taşıyor belli.
Ve bu sözlere hiçbir mana veremeyip susup kaldılar bir süre, ikisi de keyifsiz kağıt kalemle oynuyor oyalanıyor gibiler.
‘Okulun başına yeni bir dingil geldi, bulduk vallahi kaybetmezsek!’ diye düşünüyorlar, anlaşılmayacak şey mi?
Niye böyle söylediğimi açıklamamı bekliyorlar, seziyorum.
Ben de çaresiz aldım sazı ele:
–Arkadaşlar, biz polis değiliz her şeyden önce, eğitimciyiz. Bunu lütfen unutmayalım. Bizim işimiz asayiş filan değil, çocukları zapt u rapt altına almak hiç değil! Biz eğer burada bu gençlere ayrı bir idealin heyecanını, merakını hissettiremiyorsak; onların kendilerini çeşitli şekillerde ifade edebilecekleri, kişiliklerini gerçekleştirebilecekleri bir alan açamıyorsak, onları hummalı bir faaliyete ortak edemiyorsak, yaparken gülüp eğlenecekleri, zevk alacakları, mest olacakları bir çalışmaya, faaliyete yönlendiremiyorsak, gerisi hikayedir… Ve biz de inzibat memurluğunun ötesine asla geçemeyiz inanın ve başarılı olma şansımız da pek yoktur… Boşuna işgüzarlık eder, gereksiz çabalar, kendimiz harab olur, boşuna yoruluruz.
Sözlerim onları çok değil hiç mi hiç tatmin etmedi, hissediyorum. Devam ettim:
–Ha, evet iyi de yapsak kötü de yapsak bir kısım öğrenci öyle ya da böyle sıyrılır gider, bir yerlere ulaşır. Bu doğrudan bizim marifetimiz de sayılmaz esasen. Ama gerisi heba olup kalır. İşte biz de ancak onlarla cenk ederek çok şeyler yaptığımızı sanırız. Uğraşır didiniriz ama özellikle onlar için iyi manada değişen birşeyler de çıkmaz sonuçta.
–Müdürüm, başımızdaki yöneticiler, müfettişler gelince ilk iş olarak kılık kıyafete, tertip ve düzene bakıyor, ilk önce bunun hesabını soruyorlar bize. Onlara ne diyeceğiz peki?
–Bana havale edin, dedim, deyin ki, bir müdür gönderdiniz, o ne derse biz de onu uyguluyoruz! Bu ‘vaziyet’ bu ‘dağınıklık’ onun eseridir!
–Toplamasınlar mı gömleklerini şimdi? Kızlar da istediği gibi giyinsinler, makyaj filan… sürüp sürüştürsünler mi Hocam? dedi A. biraz da öfke ve kinaye ile.
Dedim ki:
–Sevgili kardeşim, bu çocuklar yetişme çağında, adam olma, kendini var-etme çağındalar, 15-16 yaşındalar. Bunlar sokakta yürürken gözlerini vitrinden alamazlar, inan ki vitrine bakmazlar, kendilerine bakarlar. Günde otuz-kırk kere aynaya koşarlar.
Hiç unutmam, sanırım lise bire giden sevimli mi sevimli, efendi, olgun bir öğrenciye, Mustafa Utku adındaki çocuğa sormuştum:
‘’Niye kravatını böyle gevşetip sallandırıyorsun, çok mu yakışıyor sanıyorsun?’’
Bana ne dese beğenirsiniz:
‘’Gömleği içeri basıp kravatı tıkızlayınca kendimi mal gibi hissediyorum hocam!’’
Ya kardeşim bu sözün anlaşılmayacak, hak verilmeyecek tarafı nerede?
Haksız mı öğrenci şimdi?
Onun gibiyken ben de aynı duygular içindeydim, hatırlıyorum!
Kötü, arsız, disiplinsiz bir öğrenci olduğum için değildi bu. Ama inanmadığım bir itaate mecbur edilişe bir isyandı belki.
Eğer biz onlara bu yolla kendini gerçekleştirmenin manasızlığını hissedebilcekleri başka imkanlar sunarsak onlar zaten bundan, biz baskı uygulamadan da kendiliklerinden vazgeçecekler.
Eğer değilse; bir seçenek sunamıyorsak, o zaman tahammül gösterip bırakalım, kendilerini mal gibi hissetmesinler. Yok eğer düzelteceksek bu gençlere çeşitli yollar açalım, onlar kendi yeteneklerine göre yürüsünler, koşsunlar, bir ayrı başarının, çözmenin, üretmenin, bulmanın, keşfetmenin, öğrenmenin, mutlulukla, güvenle var olmanın, kendilerini gerçekleştirmenin, göstermenin coşkusunu, erincini yaşasınlar…*
Arkadaşlara böyle söyledim de gerisini nasıl getireceğimi çok da hesaplamış değilim tabi. Ya istenmeyen olaylar, disiplin sorunları çıkarsa ne yapacağım?
Müdür yardımcıları hazırlıklılar artık. Daha ilk kırılmada:
–Buyur bakalım müdür bey… diyecekler! Hani birşeyler diyordun ya? Aha işte top sende! Haydi bakalım düzelt de biz de görelim!
.
Arada çok başka anılar da yaşadım ya, onlar başka hikayenin konusu.
Peki ne oldu sonra denirse?
Gelelim bu anarşistçe, çok da düşünmeden yaptığım aykırı çıkışımın sağlamasına:
O okulda müdürlük yaptığım sürece kimseye kesinlikle EMİR kipi kullanmadım.
Hele kaba söz, fiilî hareket, küfür, azarlayıcı niteleme, rencide edici ifade, küçümseyici laflar, alay kelimelerine hiç yer vermedim.
Yöneticilerin yapmalarına da müsaade etmemeye çalıştım.
Öğretmenlere de aynı telkinlerde bulundum.
Yani:
–İçeri gir!
-Oğlum, konuşma!
-Ne sallanıyorsun gözüm, yürüsene!
-Bak bak, hâlâ arkana, sağına soluna bakıyorsun be!
-Nereye gidiyorsun sen eşek herif!
-Dışarı çıkmanın yasak olduğunu da mı bilmiyorsun hey!
-Ulan sana diyorum!
-Sen nasıl öğrencisin yahu?
-Sen okula gelme kızım, en iyisi git artist ol!
Bu gibi lakırdılar çok daha ağır şekillerde çoğaltılabilir.
Ne komik, ne ağır yakıştırmalar, tasvirler, alaycı nitelemeler vardır bunların içinde, hepimiz çok iyi biliriz deneyimlerimizden.
Ama ben asla bunlara ihtiyaç duymadım, bunlara tevessül etmedim, dikkat ederek bu ve benzeri ifadeleri asla kullanmadım.
Hiç mi problem olmadı peki?
Olmaz olur mu?
Çok…
Dışarıdan gelen çocuklarla kız yüzünden kavga edip bıçaklama hadisesine varana kadar hem de…
Ama ben rıfkî halimi hiç bozmadım.
.
Bu sabırlı tutumuma ve hareketime şu üç fikir yön verdi sanıyorum:
*Buradaki gençlerin yanlış yapmaları olağandır, beklenmelidir, buna -bir manada- hakları dahi vardır ama benim yanlış harekete, kırıcı, incitici olmaya, kabalıklar, adaletsizlikler, duygusuzluklar, bencillikler, anlayışsızlıklar yapmaya asla hakkım yoktur, olmamalıdır.
*Onlardan biri benim evladım olsaydı nasıl bağışlayıcı olacaksam, nasıl kollayacaksam; öz evladım gibi onların da benim tarafımdan o özen ve dikkatle korunup sevilmeye, anlaşılmaya hakları vardır, olmalıdır.
*Otorite kaygısına düşmemeliyim. Bunu zaten hiç hissetmemiştim, şimdi müdür oldum diye afra tafraya yine gerek yok.
Benim otoritem sadece, onlarla kalben bir bağ oluşturmaya kurgulu olsun, bu yeter, yetecek diyordum.
.
Bu duygularla o çocukların her birine ayrı ayrı değer verdim. Çok önemseyerek, ciddiye alarak onlarla konuştum, şımarıklıklarına, yanlışlıklarına, önyargılarına, asiliklerine tepki vermek yerine onları anlamaya çalıştım.
Onlarla beraber işler yaptım. Mesela kitap fuarına gittim, bölümlerini tanımak için bir üniversiteye gezi yaptım, başka lise de gelmişti, orada çok ciddi kavga çıktı, onların arasına girdim, kavgada dizimden yaralandım.
Bazen onlara çok kısa, bir iki cümle ile toplu hitap ettiğim oldu… Ama asla uzun öğüt ve hamaset nutukları çekmedim.
‘’Ben müdürüm yahu, ben gelirken hiç olmazsa yakanızı ilikleyin, kendinize bir çeki düzen verin!’’ bile demedim.
Ama gerektikçe onların yanına vardığım oldu, izin isteyip ne konuşuyorlarsa katıldım; komik şeyler de dinledim, gülüştük, söyleştik.
Onlarla arkadaş mı oldum peki?
Hayır, olmadım. Ama onların sohbetlerine bir büyükleri olarak katıldım, fikirlerimi söyledim, gerektiğinde onları şaşırtan komik sözler de ettim. Ama sanırım ne kadar uzayacağının, nerede kesileceğinin, tadında bırakmanın ölçüsünü kaçırmadım.
Herkes istediği kadar tek veya gruplar halinde odama geldi, her türlü derdini anlatmakta adeta sınırsız davrandı. Oturttum onları, birşeyler ikram ettiğim oldu, sabırla dinledim.
Okul ‘Öğrenci Birliği’ne seçilenlerle toplantılar yaptık.
Bazen takıldım onlara, bazen önemli görevler verdim:
Mesela bu görevlerden biri, ‘okulda sigara içme’yi önleyebilirsiniz dedim.
Sordum, kendileri de içiyorlarmış.
‘’İyi ya içseniz bile size önemli bir iş düşüyor. Bilirsiniz ki sigara daha çok özenti ile başlar. Çocuk, artık büyüdüğünü, ‘adam’ olduğunu kanıtlama gereği duyar, bunu da en kolay bu yolla gösterir ki zaten sizler onun ister istemez özendiği rol-modelisiniz.
Oysa bunu önleyebilirsiniz!’’ dedim.
Nasıl dediler?
Ne yapmalıydılar?
Bugüne kadar yöneticiler onlardan ‘ispiyonculuk’ talep etmişlerdi en fazla.
Sigara içeni ‘idareye gammazla’sınlar mıydı?
Çok basitti:
Başka arkadaşlara kötü örnek olmamak için topluca ‘okulda sigara içmeme’ kararı aldık, eğer ille de içeceksek gidip evimizde, dışarda içeceğiz ama okulda-çevresinde buna izin vermeyeceğiz, kendimiz de sabır göstereceğiz, buna uyacağız, diyeceklerdi.
Uyguladılar, başarılı da oldular.
.
Sadece onlara güvenmekti yaptığım.
Hiç de önemsemediğim halde günden güne baktım ki, dersine gitmediğim, yüzyüze gelip konuşmadıklarım da dahil sabah okul koridorunda odama yürürken ceketlerini ilikleyip bana ‘’Günaydın’’ diyorlar…
Oysa biliyorlar ki elleri ceplerinde de olsa, başka bir pozisyon da olsa ben dönüp bakmam.
‘’O ne duruş öyle, kaykılmışsın, neredeyse düşeceksin, düzgün dursana bir kere oğlum!’’ filan demem, havasını bozmam, gururuna-onuruna dokunmam.
İlle de nahoş bir vaziyet varsa usulcacık başka birşey varmış gibi çağırırım.
Direkt azarlayıp talimat-öğüt verir gibi de değil, daha kucaklayan bir dille uyarırım. İçtenlikle özür diler hemen hepsi, kendilerine verdiğim değerden dolayı minnettar kalırlar adeta, dönüp giderler.
Bakarım arkalarından, ne kadar sevimli çocuklardır, ne kadar temiz kalplidirler, bu naifliklerine gözüm yaşarır…
.
Öğrenciyle çok samimi olurum, neredeyse başıma çıkarırım ama duruşumu, üslûbumu, samimi gülümsememle karışık vakarlı halimi de asla bozmam.
Bu ciddiyette gizli bir tehdit duygusu yoktur… Ya ipin ucunu kaçırır da otoritemi kaybedecek olursam telaşı, tedirginliği, tereddüdü de asla yoktur.
Varsa sadece güven vardır, yapmacıksız, hakiki bir sevgi vardır…
.
Bir İlçe Milli Eğitim Müdürü, bir müdürler toplantısında utanmadan şöyle söylemişti:
–Arkadaşlar, şunu iyi bilin ki -meşhur sözdür- askere ve öğrenciye asla güvenilmez! Siz işinizi sıkı tutacaksınız, yasalara harfiyen uyacaksınız, asla öğrenci milletine taviz vermeyeceksiniz!
Bu söze kimse, açıkça değilse bile içinden dahi itiraz etmemişti sanki! Bunu hissedip üzülmüştüm!
Yanlış anlaşılmasın, bu densiz müdür tabi ki ‘’askere güvenilmez’’ derken omzu kalabalık olan subayları filan kastetmiyor; Anadolu’nun rütbesiz, yoksul, zavallı asker çocuklarını kastediyor, eratı kastediyor.
Ben hep bunun tersini düşündüm daima. Ben güveneyim de varsın bu sebeple beni aldatmaya kalkan da olsun, zararını da göreyim ne gam!
Zaman zaman tuhaf şeylerle de karşılaşabiliyor insan. Ama öyle de olsa ‘’ayar çekme’’ gereksinimi duymadım hiç.
Şımarabilirler, şaka da yapabilirler, laf da atabilirler… Beis yok.
Arada çok da güldürürler beni, eğlenirim.
Bu kısa ama ‘’ciddi’’ yöneticiliğim süresince bunlardı bütün becerim, bu kadardı her şeyi yumuşattığını, olumluya dönüştürdüğünü sandığım tuhaf halim. Başka da bir hünerim yoktu ki..
Devletimizin ‘büyük’ yöneticileri apar topar aldılar beni görevden. Yeni bir İl Milli Eğitim Müdürü atandı o sıra, ‘yeniden dizayn’ ediyormuş millî eğitimi.
O öğrencilerimden onlarca mektup geldi bana, bir öğretmene topluca yazıp vermişler.
Neler yazıp söylemiyorlar!
Çocukça şeyler elbette.
Her görüşten öğretmen arkadaşlar, hiç mecbur değilken nasıl müteessir oldular!
Hani giden herkese sarfedilecek türden ucuz lafların ötesinde nasıl da her biri ayrı ayrı veda etmeye geldi, toplu konuşmamızın haricinde.
Sağ olsunlar.
Yapacak birşey yoktu.
Ben de çok kalmadan emekli oldum, ayrıldım zaten.