YILLARCA BARIŞ İÇİNDE YAŞIYORLAR DAHA SONRA DÜŞMANLAŞIYORLAR

YILLARCA BARIŞ İÇİNDE YAŞIYORLAR DAHA SONRA DÜŞMANLAŞIYORLAR

Nede olsa serde eğitimcilik var ya…

Bugünkü konumuzun içeriği biraz ‘tarih’ sohbeti üzerine olsun istiyorum.

Yok-yok biliyorum; tarih dersi deyince birdenbire tüyleriniz ayağa kalkıyor ve “Hay Allah’ım yine mi kahramanlık, yine mi aynı şeyleri ezberleyeceğiz” gibi içsel tepkilerinizin olabileceğini tahmin edebiliyorum…

Ancak gönlünüz rahat olsun, ben sizleri ‘yengi ve yenilgi’ gibi klasikleşmiş sözcüklerle kafanızı şişirmeyeceğim…

Ve halkların kavgasız-gürültüsüz, kardeşçe, dostça birlikte ortak yaşadığı tarihi süreçler üzerinde, sizinle karşılıklı sohbet havası içinde ve -nedenle-sonuç- arasına ‘yorum köprüsü’ kurarak ve yazılı belgeler üzerinde sohbet etmek istiyor ve aynı zamanda günümüz tarihi ile de ilintilendirmek istiyorum…

Ancak şimdi de diyeceksiniz ki; “Yahu kardeşim millet neyin derdinde, sen neyin derdindesin?”

“Durup dururken şimdi bu tarihi sohbet de nereden aklına geldi ki?”

Vakit geçirmeden hemen yanıtlıyorum; her yıl sürekli bir bahane üreterek ertelenen ve yapılmak istenmeyen ‘Ulusal Bayramlar’ bana ister-istemez halklar arasında yapılan, daha doğrusu çeşitli kışkırtmalarla yaptırılan savaşları aklıma getiriverdi…

Hani şu emperyalistlerin halkları birbirine düşman edişini aklıma getirdi…

Balkan Savaşlarını…

Çanakkale Savaşlarını…

Birinci Dünya Savaşlarını…

Kısacası, Kurtuluş Savaşını ve Kuvvayi-Milliyenin ortaya çıkışını ve bundan önceki halkların ortaklaşa yaşadığı tarihi aklıma getiriverdi…

Örneğin; 1900’lü yılların başına kadar yıllarca tasada, kaderde, sevinçte yaşam ‘paydaşlığı’ yapan halklar nasıl oluyor da birdenbire düşman kesiliyorlar onu aklıma getiriverdi…

Yine sizinde bana hak vereceğiniz gibi, emperyalist güçler çağın en güçlü silahları ile ‘Çanakkale Boğazını’ geçemiyorlar ama aradan çok fazla bir zaman geçmeden ellerini-kollarını sallayarak nasıl İstanbul’a giriyorlar ve nasıl oluyor da Sarayın-Saltanatını suskunlaştırıp (!) İstanbul’un dört-bir yanını ele geçiriyor ve tüm hakimiyete eline alıyorlar, benim aklım ermiyor ve bu şaşkınlık çıtasını bir türlü aşamıyor!

Sonra ülkenin dört-bir yanında farklı kimlikli halklarla kardeş-kardeş hep birlikte barış içinde yaşarken her nedense birdenbire düşman oluveriyoruz…

Tıpkı Giresun Kasabasında (o dönemler Trabzon’a bağlı kasaba idi) Rum, Ermeni, Türk hep birlikte evlerinin pencereleri birbirine açık yaşayan halklar, ne yazık ki, 1900’lü yılların başında birbirlerinden uzaklaşmaya başlıyorlar…

Kimi birilerinin kışkırtmasıyla (sizler onu biliyorsunuz) yeni bir devlet kurma düşleriyle silahlanıp ‘Pontus Çetesi’ kuruyor…

Birileri bu kışkırtmayı önlemek ve geçmişe ait birlikteliği korumak için bir ‘Milis Çete’ kuruyor…

Halbuki bu zamana kadar her iki çetenin üyeleri de, aynı mahallelerde ve aynı sokaklarda birlikte oyun oynamışlar ve birlikte dostluk, kardeşlik naraları atmışlardı…

Yıllarca babaları, dedeleri gerek merkezi yönetimlerde, gerek mahalli yönetimlerde birlikte görev almışlar ve sorunlarını hep birlikte çözüm bulmaya ve gidermeye çalışmışlardı…

Örnek mi istiyorsunuz?

Alın size Trabzon Vilayeti Salnamesi 1869 yılında Yerel Yönetim Belediye Başkanı ve Üyeleri;

Belediye Başkanı; Abdullah Bey

Üyeler; Hafız Efendi

Hacı Munis Efendi

Kapudan Yorgi (sonraki yıllarda o’da Belediye Başkanı olacaktır)

Kapudan Kosta

Manok Ağa

Katip; Ahmet Efendi

Evet, bu birliktelik ve paydaşlık tablosu biraz öncede belirttiği gibi 1900’lü yıllara kadar geliyor da, neden bu yıllardan sonra bozulmaya başlıyor?

Bu ayrışma durup dururken kendiliğinden mi oluyor?

Yoksa bilinmez bir güç mü bu ayrışmayı belirliyor?

Sizce bunun üzerinde düşünmeye değmez mi dersiniz?

Değmez olur mu birader, hem de öyle bir değer ki!

Hem de hiç zaman geçirmeden!

Az-buçuk kenarda köşede kalan aklımızı ziyan etmeden düşünmek gerek!

Tekrar azcık geriye dönüp, özetin özetini yapacak olursak;

Çanakkale boğazlarını en güçlü silahlarıyla geçemeyen emperyalist güçler, iki-üç yıl sonra birilerinin yardımı ve işbirliği olmadan elini-kolunu sallayarak ve hiçbir ‘İşgal Gücü’ askerlerinin burnu kanamadan İstanbul’a girip, ülkenin dört- bir yanına hükmetmelerinin üzerinde düşünmeye değmez mi dersiniz?

Ve hiç yoktan yere mi doğdu Milis Güçleri?

Durup-dururken mi ortaya çıktı bölge-bölge Kuvva-i Seyyareler?

Birilerinin Kahraman olması için mi ortaya çıktı Kuvva-i Milliye?

Şirinlik olsun diye mi açtılar 1920 yılında yeni bir Türkiye Millet Meclisini?

Macera olsun, yüreklere heyecan dolsun diye mi çarpışıldı cephelerde?

Listeyi daha fazla uzatmak istemiyorum…

Sevr Haritasını (hala itiraz edenler olduğu için) hiç anımsatmak istemiyor ve üzerinde de durmak istemiyorum. (ilgilenenler girsinler arşive baksınlar)

Ve özetleyerek şöyle sonlandırmak istiyorum…

1920’de yeni bir ülkenin temelleri atılıyor…

Felsefesinde bağımsızlık ve halkın egemenliği yatıyor…

Sonra KUVVAYİ MİLLİYE…

Sonra KURTULUŞ SAVAŞI…

Sonra KURTULUŞ

Sonra 1923 de KURULUŞ

Derken aradan beş (5) yıl geçiyor ve 23 Nisan 1929 yılına gelindiğinde kurucu lider; Mustafa Kemal, dünyada hiçbir liderin aklına gelmeyen bir şeyi yapıyor ve 1920 yılının anısını yaşatmak için bu günü çocuklara; “Bağımsızlık ve Egemenlik” bayramı olarak ilan ediyor…

Bizler hepimiz bu bayramların heyecanı ile büyüdük…

Eğer damarlarımızda bir nebze ‘bağımsızlık’ ve ‘Özgürlük’ kanı dolaşıyorsa bunda bu bayramların da katkısı var…

Ama her nedense bu son yıllarda (bir gerekçe bulunarak)ulusal bayramlar ya erteleniyor, ya da unutturulmaya çalışılıyor…

Ve çoktandır bu ‘bayramların’ yerine başka şeyler kutlanıyor!

Yanılıyor muyum yoksa?

Keşke yanılsam…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?