Murat Özkan
İnsanlık tarihi boyunca felsefe ve din, toplumların gelişiminde ve insanın anlam arayışında önemli iki yapı taşı olmuştur. Felsefe, sorgulayan ve eleştirel aklı yüceltirken, din, değişmez inançlar ve değerler etrafında topluma manevi bir yol göstermiştir. Ancak, bu iki alanın toplum üzerindeki etkileri zaman zaman birbirine karşıt olabilecek niteliktedir. Felsefenin aklı ve insanı merkezine koyarak sınır tanımaz sorgulama cesareti, bilimsel ve kültürel gelişmelerin önünü açarken, din, toplumu bir arada tutmak için sabit değerler etrafında hareket eder. Bu sabit değerler, toplumsal düzenin korunmasında rol oynarken, bazen bireysel özgürlükler ve akıl yürütme kapasitesini sınırlayabilir. İşte burada dinin toplumu bir arada tutma işlevi ile felsefenin sorgulayan ve özgür düşünceyi yücelten yapısı arasında bir denge ihtiyacı doğar.
Bu denge, toplumun hem manevi değerlerle şekillendirilmiş bir birliktelik içinde olması hem de özgür düşünce ve sorgulama ile ilerleyebilmesi anlamına gelir. Peki, bu denge nasıl sağlanabilir? Din ve toplumsal normlar, evrensel değerlere ne ölçüde yaklaşırsa, bir toplumun aydınlığa kavuşması mümkün olabilir.
Din, toplumları bir arada tutan güçlü bir harçtır. İnançlar ve bu inançlardan doğan değer normları, insanlar arasında ortak bir bağ oluşturur. Ancak, bu normlar evrensel insani değerlerden uzaklaştığında, dinin kötü amaçlar için kullanılabilmesi tehlikesi ortaya çıkar. Tarihte birçok kez, din adamları, siyasetçiler ve çıkar grupları dini, toplumu yönlendirmek veya kendi güçlerini pekiştirmek için araç olarak kullanmışlardır. Din, insanlar üzerinde güçlü bir manevi otoriteye sahip olduğundan, bu gücün kötüye kullanımı toplumları karanlığa sürükleyebilir. Bu noktada, toplumun vicdanının hangi değerlerle beslendiği kritik bir önem taşır. Eğer bir toplumun dini normları hoşgörü, adalet, eşitlik gibi evrensel değerlere dayanmıyorsa, bu toplumda bireysel özgürlükler ve akıl yürütebilme kapasitesi zayıflar.
Oysa, dinin sunduğu değer normları evrensel insan hakları ve özgürlüklerle uyumlu hale getirildiğinde, toplumları aydınlığa taşıyan bir rehber olabilir. Bir dinin, sevgi, hoşgörü, adalet ve eşitlik gibi evrensel değerleri savunması, toplumu karanlığa değil, aydınlığa götüren bir köprü kurar. Tarihte de örneklerini gördüğümüz gibi, dini liderlerin adalet ve eşitlik ilkelerini savunduğu toplumlar, genellikle barış ve refah içinde yaşamışlardır. Ancak, dogmaların ve mutlak itaatin öne çıktığı yerlerde, dinin yozlaştırılması kaçınılmaz olur ve bu durum toplumsal gerilimi artırır.
Din ve felsefe, bu anlamda birbirini tamamlayabilecek iki güç olabilir. Felsefenin özgür düşünme ve sorgulama yetisi, dini inançların evrensel değerlerle uyumlu olmasını teşvik edebilir. Düşünen ve sorgulayan bireyler, sadece inançlara körü körüne bağlanmak yerine, bu inançların insana ve topluma hizmet edip etmediğini değerlendirirler. Eğer bir toplumda felsefi sorgulama özgürce yapılabiliyor ve din, evrensel ahlaki değerlerle besleniyorsa, o toplum karanlığa sürüklenmez, aksine, aydınlık bir geleceğe yürür.
Toplumların gelişimi için en büyük tehditlerden biri, dini ve seküler anlayışların birbirine karşıt kamplar haline getirilmesidir. Dindarlar ve seküler anlayışlar arasındaki gerilim, toplumun yararına değil, zararına sonuçlar doğurur. Bu gerilim, insanları kutuplaştırarak toplumsal barışı bozar ve toplumun ilerlemesini engeller. Oysa, bir toplumun gerçek gücü, farklı düşüncelerin uyum içinde yaşadığı bir ortamda kendini gösterir. Bir tarafta inançlarını yaşayan bireyler, diğer tarafta aklı ve bilimi savunan bireyler; eğer bu iki grup birbirini yok etmek yerine, ortak değerler etrafında birleşmeyi başarırsa, o toplum güçlü ve ilerlemiş bir toplum olur.
Tarihten öğrendiğimiz bir gerçek varsa, o da toplumların ancak birlik ve dayanışma içinde olduklarında güçlü olabildikleridir. Din ile felsefenin, dindarlarla seküler anlayışların birbirini tamamladığı bir toplumda, yaratıcı ve üretken bir sinerji doğar. Herkesin inançlarına ve düşüncelerine saygı duyulduğu bir toplum, ilerlemeye daha açık olur ve bu çeşitlilikten güç alır.
Sonuç olarak, dindarları ve seküler anlayışları karşı karşıya getirip kutuplaştırmak, bir toplumun menfaatine değildir. Aksine, bu tür ayrışmalar toplumu zayıflatır ve parçalar. Din ile akıl, inanç ile sorgulama, bir arada yaşama kapasitesine sahip iki büyük güçtür. Eğer bu güçler, insanlığın evrensel değerleri etrafında birleşir ve birbirini beslerse, toplumlar karanlığa değil, aydınlığa doğru yol alır. İşte bu nedenle, dindarların ve seküler anlayışların kamplaşması yerine, ortak değerler üzerinden bir araya gelip toplumu güçlendirmesi, insanlığın en büyük kazancı olacaktır.