Sizleri bilmem ama ben doğunca anam beni adına ‘kınalı’ dediği beşiklere belemiş…
Tabi benden sonra doğan kardeşlerimi de…
Bizim çocuklarımız olunca bizde aynısını yaptık…
Daha doğrusu bizim yöremizde doğan çocuklar ağaç beşiklere belenirdi…
Günümüzde de hala beleniyor mu, belenmiyor mu onu bilemem…
Beşikte ‘çocuk belemekte’ neymiş diye gelip geçmeyin!
Beşiğe çocuk ‘belemek’ maharet ister, ustalık ister…
Ustalaşabilmesi içinde kaynanasından ‘azarlı nasihat’ işitmesi gerek!
Demem o ki; ağaç beşiklere bebekler öylesine itina ve titizlikle belenmesi gerekir ki, ayakları büyüyünce eğri-büğrü olmaması için iyice yan-yana getirildiği gibi kolları da aynı biçimde sanki vücuduna yapıştırılmış bir biçimde sımsıkı iyice sarılır. Aynı biçimde çocuğun boynundan altı da sargıya alındıktan sonra ‘beşik ipi’ ile iyice sımsıkı sarıldıktan sonra bebeğin artık daha kıpırdama şansı yoktur.
Siz deyin çocuğun sülün gibi büyümesi için kalıba alınmıştır…
Ben deyim; çocuk daha yürümeye başlamadan ‘hazır-ola’ geçme eğitimi verilmeye başlamıştır!
Çocuk yürümüş, koşmaya ve dillenip konuşmaya başlamış ve okula gitme çağı gelmiştir…
Ve okula başlar…
Daha ilk günden, okul bahçesinde topluca sıraya girme eğitimi verilir.
Okul müdürü veya bir öğretmenin komutuyla; “Sıraya girin”
“Kolunu uzat ve öndeki arkadaşının ensesine bak”
“Hizayı bozma”
“İp gibi dur, eğri-büğrü durma!”
“Önüne bak, sağa-sola bakma”
Devamında; “Hazroooool!”
“Rahat”
“Hazrooool!”
“Şimdi, uygun adım marş doğru sınıfa!”
Öğrenciler sınıfa girer ve öğretmenini beklemeye başlar.
Öğretmen sınıfa girince, öğrenciler yine hep birden hurraaa ayağa kalkar!
Öğretmen; “Günaydın çocuklar!”
Sınıf korosu; “Sağ ol!” dedikten sonra yine hep birlikte oturulur…
Bayram törenlerinde ise bu disiplin anlayışı daha da disiplinli bir şekilde yaşama geçirilmeye çalışılır…
Yani daha bayram günü gelmeden yapılan provalarda; protokol önünden nasıl hizayı bozmadan ve dimdik uygun adım yürünecek, protokol önünden geçerken hep birlikte ‘kafalar sağa çevrilerek’ nasıl (kazık gibi) yürünecek hep bunların provası önceden yapılır…
Eh ve gün gelir askere gidilir…
Bu kez beşikte ve okulda alınan amatör eğitimin profesyonel biçimi başlar ve ast-üst hiyerarşisine ayak uydurularak ‘hazrol’ duruşları devam eder…
Askerlik biter ve sivil hayata dönünce bu kez başka ‘hazrollar’ başlar!
Amirin karşısında yaka ilikleyip ‘hazrola’ geçeceksin…
Karşındaki amir sana ‘otur’ demeden oturamayacaksın!
“Çay iç” demeden çay içemeyeceksin!
Diyelim ki, karşına birdenbire (sana vekil olan) ve iradeni topyekun teslim ettiğin milletvekilinle karşı-karşıya geliyorsun, (yaş olarak senin torunun yaşında olsa da) hemen hazrol’a geçip, elini öpmeye yelteneceksin…
Elini illa da öpmek istediğin vekil; “Estağfurullah” falan diyerek elini geri çekmeye kalksa da, sen mücadelenden geri dönmeyip mutlaka elini öpeceksin!
Dur hemen itiraz etme!
Bizim geleneğimiz, göreneğimiz böyle…
Biz geleneğimizi, göreneğimizi yerine getirmezsek rahat edemeyiz!
Hatta geceleri uyuyamayız bile…
Niye?
Çünkü elini öpmek istediğimiz insan yaşça bizden küçük olsa da, o bizim tamamımızı temsil ettiği için bizden büyük sayılır!
Tıpkı karnımızı doyuran genç toprak ağaları gibi…
Şimdi bu kapısında kul-köle olduğun, ekmeğini yediğin toprak ağasının elini öpmeyeceksin de, kimlerin elini öpeceksin!
Adamın atasından-dedesinden binlerce dönüm arazi kalmış, yetmemiş Allah ona verdikçe vermiş ve arazisini daha da büyütmüş!
Binlerce topraksız ve aç insanı kapısında çalıştıran genç toprak ağasının elini öpülmeyecek ve karşısında dimdik ‘hazrol’ vaziyetinde durulmayacak da, kimin karşısında ‘hazrol’ durulacak Allah aşkına!
Mesela senin yaşın; ellinin, altmışın, yetmişin üzerinde olup kapısında iş bulduğun patronun veya fabrikatörün yirmili, otuzlu yaşlarda diye karşısında ‘hazrol’ vaziyetinde durmayacak mıyız?
Elbette duracağız!
Çünkü o bizim patronumuz!
Çünkü o bizim ekmek verenimiz!
Çünkü o bizim her şeyimiz!
Çünkü o yaşı bizden küçük de olsa velinimetimiz!
Onun karşısında ‘hazrol’da durmayacağız da kimin karşısında duracağız!
Hem ‘hazrol’ olmak veya durmakla neyimiz eksilir!
‘Hazrol’ ma kültürü bizim naturamızda, geleneğimizde vardır!
Yani genel kültürel yapımızın bir parçasıdır!
Söyleşimizin giriş kısmında da söylediğimiz gibi bizler ‘hazrol’ kültürüne ta beşikten başlarız!
Özetleyecek olursak; beşikte başlattığımız ‘hazrol’ duruşumuzu; okulda öğretmenlerimizin karşısında…
Askerde komutanlarımızın karşısında…
Sivil hayatta amirlerimizin ve yöneticilerimizin karşısında…
Fabrikada patronumuzun karşısında…
Hızlandırarak söyleyecek olursak; köylerde toprak ağasının karşısında…
Şeyhlerin ve aşiret reislerinin karşısında…
Politikacıların karşısında…
Müftü, imam ve tarikat efendilerinin karşısında…
Birde…
Birde…
Birde, öte dünyaya giderken bile hazrol vaziyetinde gideriz!…
***
Peki bu yaşadığımız ömrün tamamını neden ‘hazrol’ vaziyetinde hep ziyan ederiz?
Niye hiç özgürce ve gönlümüze göre bir davranış biçimi belirlemeyiz?
Bu üç günlük dünyada üzerinde düşünmeye değmez mi yoksa!
Yine de düşünüle…