BİZİM YÜKÜMÜZ ÇİLE, BİZİM YÜKÜMÜZ AĞIR

BİZİM YÜKÜMÜZ ÇİLE, BİZİM YÜKÜMÜZ AĞIR

Türkiye’de siyasetle meşgul olmanın ne demek olduğunu ne kadar risk taşıdığını, nelere mal olabileceğini Milli Görüş camiası, Saadet Partisi mensupları olarak bizler gayet iyi biliriz. Hatta denilebilir ki, elli senelik zaman dilimi içinde dört tane partisi kapatılmış, yüzlerce, binlerce mensupları bir hiç uğruna mahpushanelerde çile dolu günler yaşamış; mağduriyetlere, haksızlıklara uğramış; toplumun çok büyük kesimi tarafından mütemadiyen dışlanmış, hor görülmüş, komplolara, tehditlere, şantajlara maruz kalmış; maddi-manevi kayıplara uğramış insanlar olarak siyaset sahnesinde boy göstermenin insanları nerelere evirebileceğini en iyi biz biliriz.
Camia olarak bizler bir şeyi daha iyi biliriz ve kabul ederiz ki, siyaset sahnesinde hiçbir parti yaşadığı ülkesine, milletine, hatta insanlığa kötülük yapmak için kurulmaz, kurulmamıştır. Elbette ki, her parti iyi niyetlerle, hizmet aşkıyla kurulur. Ne var ki, bu iyi niyet ve hizmet aşkı her zaman olumlu neticeler veremez. Çünkü iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, faydalı ile zararlıyı, yanlış ile doğruyu ve nihayet Hak ile bâtılı ayırt etmeden hedefe ulaşmak mümkün değildir. Bu ayırımı isabetli yapabilmek için de hidayet gerekir, akıl gerekir, fikir ve iz’an gerekir, sağ duyu, akl-ı selim gerekir. Malûmdur ki, zurnanın zırt dediği yer de burasıdır.
Her şeye rağmen, siyasetle iştigal edenlerden hiçbir kimse veya topluluk “ayranım ekşi, hedefim yanlış” dememiştir, demeyecektir. Herkes “doğru yolda” olduğunu, en iyi neticeyi kendilerinin hazırlayabileceğini söyleyecek, insanları kendi safına çekmeye çalışacaktır. Olması gereken de zaten budur.
Dolayısıyla, Milli Görüş camiası olarak biz bu yola çıkarken, veya bu camiaya dahil olurken doğru söylemenin dokuz köyden kovulmaya neden olabileceğini, sıkıntılar yaşayabileceğimizi, çile ve hüzün dolu olaylarla karşılaşabileceğimizi, haksızlıklara uğrayabileceğimizi hesap ederek bu kararı vermişiz. Hülasa olarak yazdıklarım ve yazacaklarım bir sitem ve şikayet, veyahut pişmancalık emaresi ya da belirtisi değildir, sadece bir durum tespitidir, gerçeklerin ete-kemiğe bürünmüş halidir, hakikatlerin aynalara yansımasıdır.
Çünkü bizler yüklendiğimiz yükün ne anlam ifade ettiğini, özelliklerini, güzelliklerini, mes’uliyetlerini, muhtemel ve olası getiri ve götürülerini bilerek çıktık yola. Bizler gerek ülkemiz insanlarına gerek dünya Müslümanlarına ve gerekse tüm insanlığa va’d ettiğimiz cennet misali hayatın; barış, huzur, güven, refah ve saadet dolu dünyanın ucuz, kolay ve basit olmadığını, bunun bir bedel karşılığında oluşacağını tabii ki biliyorduk.
İnsanların dünya ve Âhiret kurtuluşunun reçetesini okumak, insanlara bir hekim merhametiyle yaklaşmak, hastalıklarını teşhis etmek, tedavi yollarını göstermek; yani İlâhi mesajı iyi anlamak ve anlatmak elbette ki küfrün ve zulmün hakim olduğu bir dünyada kolay olmasa gerektir. Yok sayılmak, alaya alınmak, küçümsenmek, zorluklarla karşılaşmak, zulme maruz kalmak, işkence görmek hatta bu uğurda dünya hayatına veda etmek normal vakalardandır. Bunlar ne garipsenecek işlerdir ne de küçümsenecek olaylardır. Zordur bilmeyenlere bir şeyler anlatmak. Bildiğini zanneden insanlar söz söylemek daha da zordur. Ne var ki, bu işler mukaddestir, kutsaldır, ecr-i cezîle vesiledir; bir kısım insanlar tarafından mutlaka ve mutlaka eda edilmelidir. Böyle olmazsa yer yüzünden zulmü nasıl kaldırabiliriz? Hakkı ve hakikati dünyaya nasıl hakim kılabiliriz? İnsanlığın huzurunu, güvenini, refahını, saadetini nasıl sağlayabiliriz?
İtiraf ediyoruz ki, bizim yükümüz çile, bizim yükümüz ağır. Bizim yürüdüğümüz yollar diken döşeli. Rahatını sevenler, konforundan taviz vermek istemeyenler, huzuruna gölge düşmesine tahammül edemeyenler, çileyi, ıstırabı, işkenceyi, zorlukları göze alamayanlar bu yollarda yolculuk yapamazlar.
Siyasetin aşamalarını, evrelerini, şekillerini, yol ve yordamlarını, hangi kavşağın nerelere açıldığını, hangi yolun nerelere uzandığını diğerleri gibi elbet biz de biliriz. Bu alandaki kazanç kapılarını, menfaat musluklarının yer ve adreslerini, makam ve şöhrete uzanan merdivenleri ve daha başka incelikleri bizler bilmiyor da değiliz.
Ama iş öyle değil. Bizler 3-5 günlük fani dünyanın, serap misali geçici ve yalancı zevk-ü sefalarına değil; ebedi Âlemin kalıcı makamlarına talip olmuşuz. Rıza-i Bâriye, şefaat-ı Rasul’e göz koymuşuz bir kere… Bundan ne pişmanlık duymuşuz ne de bu yoldan dönmeyi veya duraklamayı düşünmüşüz. Aynı fikirde, aynı saflarda, aynı yolda olmadığımız diğer insanlar bizleri isterlerse algılasınlar, isterlerse de yargılasınlar; isterlerse anlasınlar, isterlerse de anlamamakta veya dinlememekte ısrar etsinler, inat etsinler.
Nihayet, biz tebliğle mükellefiz, hiç kimsenin üzerine bekçi değiliz. Söylememiz gerekeni, doğru yer ve zamanda, doğru bir üslup ile, elimizden geldiği ve dilimizin döndüğünce söyler geçeriz. Son söz şudur ki, herkes yaşadığı hayatın faturasını kendisi ödeyecektir ve herkes amelinin karşılığını aynısı ile mutlaka bulacaktır.
Selam ve dua ile…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?