Kelime manası olarak Müslüman, İslam’a teslim olan demektir. İslam’a teslim olmak ise, zarurat-ı diniyeye, yani İslam akaidine şüphesiz ve tereddütsüz olarak bir bütün halinde inanmayı, hayatını da imanına göre tanzim etmeyi zorunlu kılar. Bu demektir ki, Müslüman hayata uyguladığı ölçüleri seçerken Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi dikkate almaya mecburdur.
Tanzimat Fermanı’nın ilanından bu yana, “medeni olma”yı,“batılı olmak” şeklinde algılayan bazı Müslümanlar, pusulayı şaşırdıklarından, “modernizmin maskarası” olmaktan kurtulamadılar. İslam Medeniyetinin, batı medeniyeti karşısında mağlup olduğunu kabul ve ifade eden insanlar, “medeniyetin, imanın amele dönüşmüş hali” olduğu hakikatini bir türlü anlayamadılar. Bu anlamda, İslam Medeniyetinden daha üstün medeniyet olabilir mi? Ya da, Müslüman böyle boş, mesnetsiz bir iddianın sahibi veya savunucusu olabilir mi? Batı medeniyetinin zulüm, vahşet, kan; soygun, vurgun ve talan; hile, desise ve yalan üzerine inşa edildiğini hangi “babayiğit” inkar edebilecek?
İçinde yaşadığımız bilim, teknoloji, iletişim ve enformasyon çağının şifrelerini çözemeyen ve bu alanlarda gelişemeyen insanlar, ‘aşağılık kompleksi’nden kurtulabilmek için batılıları taklit etme yanılgısına düştüler. İnandıklarını söyledikleri “İslami model”i yaşamayan/yaşayamayan insanlar, mağlubiyetlerinin sebebini inançlarında değil, inançlarını hayata hakim kılamadıkları için, kendi nefislerinde aramalıdırlar. Kimse ‘ucuz kahramanlık macerası’na tevessül etmesin. Netice itibarıyla, inandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Böyle bir bedbahtlığa düşenler, hayatlarını İslam’a uyarlamak yerine, İslam’ı kendi hayatlarına uyarlama zavallılığına düşmekten kurtulamazlar. Bunun doğuracağı sonucu kelimelerle izah etmek mümkün değildir.
Son zamanlarda ‘Avrupa Birliği, Büyük Ortadoğu Projesi, ılımlı İslam’ gibi ‘dış kaynaklı’ tuzaklara düşen bir takım zavallılar, yıllardır eleştirdikleri kalıpların içine yerleşerek, bilerek/bilmeyerek “kalıba göre şekil” almaya başladılar. Dolayısıyla, önlerindeki engelleri aşmak için “sistemi terbiye etmek” amacıyla mevcut iktidarı kullanmaya kalkanlar, iktidara yem olmaktan, gayri meşru icraatlara sebep ve dolgu malzemesi olmaktan kurtulamadılar. Bu uğurda davalarından vazgeçmeleri, inançlarını örselemeleri yanlarına kâr kaldı. Tabii ki, bu “iflas-ı manevi” kâr sayılırsa… İşin ilginç tarafı, bu insanların tuzağa düştüklerini, narkozlandıklarını hala anlayamamış olmalarıdır. Birtakım dünyevi makam-mevki-menfaat, şan-şöhret ve servet gibi geçici ve değersiz meta uğruna kimliğini inkâr eden, değiştiren ve “yeni bir kimlik” bulmakta da hayli zorlanan biçarelere acımaktan başka ne yapabiliriz. İnsan, aslını inkâra kalkışmaya dursun, yozlaşmanın nerelere varacağını kimseler tahmin edemez. Yaşadığımız zaman ve olalar buna en güzel örnektir.
İnsanları doğru şekilde tahlil, olayları da hatasız analiz etmek için özel bir eğitim veya sıkı bir uğraş gerekmez oldu. Her ne pahasına olursa olsun, menfaate köle olmayan, inancından taviz vermeyen şuurlu Müslümanların karşısında; komplekse kapılan bu tür kişiler, içinde bulundukları perişan hali kamufle etmek için, ip üzerinde gösteri yapan akrobatlar misali çırpınıp duruyorlar. Bunlara acınmaz da ne yapılabilir, duadan başka… Üzülüyoruz. Nasıl üzülmeyelim. Batıya olan imanı, İslam’a olan imanından fazla olan bazı insanlar, dış görünüşü, kıyafeti itibarı ile “sahabi” zannedilecek kadar mükemmel öyle insanlar var ki, bir araya gelip konuştuğunuzda bakıyorsunuz ki, işler bambaşka.
Zât-ı muhteremin içi başka dışı başka, özü başka sözü başka. Müslümanların, haksızlığa ve zulme mani olmak, Hak’kın ve adaletin tesisi için mücadele etmek; kimsenin hakkını yememek, kimseye de hakkını yedirmemek; hayr’a motor, şerre firen olmak gibi görevleri olduğunu adeta unutmuş durumdalar.
Müslüman olduklarını beyan edenler, inandıklarını iddia ettiği Kur’an-ı Kerim’in mealini, zahmet buyurup da, hiç değilse bir defa okumazlarsa söylenecek fazla bir şey kalmıyor. O hale gelmişiz ki, Kur’an-ı Kerim’e inanıyoruz, içindeki hükümleri kabullenemiyor, tartışıyoruz, nefsimize göre yorumluyoruz. Dolayısıyla, ortaya böyle tablo çıkıyor. Bir takım Müslümanların aralarında muhtelif sebeplerden dolayı oluşan bu yozlaşmayı, kokuşmuşluğu, değişimi, dönüşümü gündeme taşırken, eleştirirken, bütün Müslümanları aynı kefeye koyduğumuz zannedilmemeli, sakın ha.! Böyle bir yanlış anlama olursa, “kaş yapalım derken, göz çıkarma” durumuna düşeriz, Allah korusun. Elbette medar-ı iftiharımız olan, duruşu dik, tavrı net, omurgası sağlam Müslümanlar mevcuttur. İnancını yaşama hususunda taviz vermeyen, bu uğurda her çileye katlanan, hürmete layık, sevmeyi-saymayı fazlasıyla hak eden mübarek ve muhterem Müslümanlar elbette çoktur ve Allah’ın izniyle bundan sonra da çok olacaktır.
Gönül ister ki, Kelime-i Tevhid’i tasdik ve ikrar eden herkes bu şekil olsun. Derdimiz davamız herkesin dünya ve ukba mutluluğu içindir. Bu iyi niyet karşısında dahi, hâlâ muradımızı anlamak istemeyenlere, muhalefet edenlere ancak şu söylenebilir: ‘Anlamayana davul-zurna az.’
Selam ve dua ile…