İnsanlık tarihinin ilk zamanlarından bu yana insanın doğasında var olan “çatışma” ilkel insan ile hayvan arasındaki farkları kapatmada hiç de azımsanmayacak bir öneme sahiptir. Bunun da doğal yansıması savaşlar, ölümler ve acılardır. Aydınlanma çağı denen 17. ve 18 yüzyılın en önemli buluşları fabrikalar, madenler ya da savaş gemileri değil; insanın ön plana çıkarak doğal bir takım hakların benimsenmesi ve buna yönelik çalışmaların hızlanması ve yaygınlaşması olmuştur. Bunlar kimi zaman evrensel bildirilerle yazılı hale getirilirken kimi zaman Martin Luther’in Avrupa da başardığı doğal bir felsefe ile toplumların içsel bir tutum benimseyerek barış sürecini ve taassuba bağlı çatışmaların önüne geçmede bir kalkan olmuştur.
Bu kısa girişin amacı; insanı tabiatı gereği çatışmacı ve kavga sahibi bir yaratık olarak görürsek, insan bu biçilen role girmekte çok zorlanmayacaktır. Tabii ki bu genel geçer bir doğru değil sadece sosyolojik bir tespittir. Tarihin değil de hataların tekerrür edişi de ne yazık ki bu görmek istemediğimiz durumların, maruz kaldığımız sonuçları yaratmasıyla doludur.
Bugün ülkemizde ya da dünyanın herhangi bir yerinde bir renk seçin dersek sanırım doğada var olan ana ya da ara renkler asla işimizi kolaylaştırmayacaktır çünkü bu kadar bölünmüş bir toplumda parmaklarla sayılacak nicelikte ayrımdan çok daha fazlası başımızda kocaman bir bela olarak durmaktadır. Bu durumun en acı yanı da toplumu ayakta tutan temel dinamiklerin günden güne bu çatışma ortamında yok olmasıdır. Bu yok oluşun da temel sebebi değerleri ayakta tutan temel ilkelerin çatışıp kazanmak uğruna tavizlerle tahrip edilişidir.
İkinci Dünya Savaşının ardından dünyada yeni bir düzen hâsıl olmuştur. Bu yeni düzende bölgesel farklılıklar ise en ön plana çıkan bir unsur olarak karşımızdadır. Doğu-Batı ayrımının bu kadar birbirinden kopuk olması da toplumların 17. ve 18. yüzyılda batıda atılmış temel insan unsuruna bölgesel olarak farklılık gösterişi olmuştur. İnsanın doğasına saygı duyan toplumlar belki tamamen olmasa da nispi olarak kalkınmasını her yönlü sağlamışlardır. Bugün İsveç’teki insanı -aynı organlara sahip olup iki eli ve ayağı olmasına rağmen- Çin’deki bir insanla mukayese etmek fillerle fareleri karşılaştırmak gibi bir algı yaratmış durumda ise işte burada büyük bir sorun var demektir. Ve bu büyük sorunun adı; bölünmüş, parçalanmış, adaletsiz, aşksız, saygısız ve katledilen insanlık sorunudur.
Bu genel sorunlar her toplumda kademeli olarak bulunan ve uzun vadede ciddi yaraların çıkmasına sebep olacak türdendir. Bugün ülkemize bakacak olursak; toplumun bütün katmanları pervasızca ayrılmış ve çatışma sürecine girmiştir. Zihinsel güç dengeleri büyük bir algı hastalığı ile gözleri kör etmiş durumdadır. Bir toplumda olması gereken en önemli saç ayağı ilkeli ve ahlaklı bir duruş iken bugün toplumumuzda neredeyse bütün değerler çürümüş ve güç odaklarının isteği doğrultusunda içi boşaltılarak, kaderine mahkûm edilen bir kanser hastası gibi ölüme terk edilmiş bir insan figürü ortaya çıkartmaktadır.
Bir ülkede siyaset müessesinin en önemli görevi sanatsal bir renk tablosu gibi güzel resimler ortaya çıkarmak iken aksine bütün katmanları ayırma yemeği ile beslenen bir canavarı andırması hiç de küçümsenecek türden bir olay değildir. Ülkemizde 80 öncesi soğuk savaş zihniyetinin kalıntıları tarihsel bağlarla kendini ayakta tuttuğunu zanneden oluşumlarda, görünmek istenmeyen bir taassup içerisinde, temsil sorununu fark etmemiş ve vakti dolmuş yapılarla zaman geçirmekten başka hiçbir şey yapamamaktadır.
İçerisine düşmüş olduğumuz bu durumun tahribini ciddi fonksiyonlar kurarak en aza indirmemizin zarureti içerisinde olmak artık en azından dedelerimizin bize bırakmış olduğu kültürün hatırına biz “fark edebilen” insanlara düşmektedir. Fark edebilmek çok basit bir iş olduğu gibi haylice zorluda bir iştir. İnsan olduğunu fark etmek ise ne yazık ki bu zor fark edebilmelerin içerisinde en zor olanıdır.
İnsan olduğunu fark etmek nedir? Başta insanları renklerine, dillerine, doğdukları bölgelere, cinsiyetlerine, inanışlarında ya da dillerine göre ayırmamaktır. Kısaca insanın tercihine bırakılmamış, doğuştan var olan belli özellikleri insanda bir üstünlük ya da sınıf kurmada veyahut düşman yaratmada kullanmak, insanın düşebileceği en büyük çukurlardan biridir ve bu çukara düşen insanın çukurda olduğunu fark etmesi dahi çukurdan çıkmaktan daha zordur. Bu zorluğun temel sebebi ise alışkanlık ve korkudur.
Bugün bu ülkede insanları sadece herkesin bildiği kategorilere ayıracak olursak; Müslim-gayri Müslim, sağcı-solcu- Alevi-Sünni, Türk-Kürt, cemaatçi-hükümetçi, kemalist-dinci, devrimci-ülkücü, komunist-faşist… Görüldüğü üzere ayırım neredeyse ilkokul çocuklarının dahi kabul edebileceği derinlikte felaket çanlarını bize duyurmaktadır. Ve bu gidişe dur denilmezse tarihsel tekerrürle ülkemiz kendi iç çöküşünü yaşamak acısı ile karşı karşıya kalacaktır.
Zihinleri dondurmak için her zaman narkoz türü kimyasal maddelere ihtiyaç duyulmaz; ülkede toplumun başına örülen siyasi parçalanma, dinsel ayırıma tabi tutma, işsizlik, açlık, terör, işçi ölümleri, trafik kazaları, çeşit çeşit hastalıklar, depremler, torpil, rüşvet, adam kayırma, keyfi kanunlar, her yıl sınav sistemlerinin değişmesi ile çocukların ruh dünyalarında açılan yaralar gibi, zihinleri donduran yaklaşımlar, tamamen ülkenin dinamiklerine konulmuş bir dinamit görevi görmektedir. Sürekli kendini hamasi ya da tarihsel olaylarla öven bir devletin fertlerinin en büyük hayali batıda yaşamak için dil öğrenmekse eğer o ülkede akan dereler ağlıyor, yağmurlar kokmuyor, çiçekler de açmıyor demektir.
Ortada var olan milyonlarca yanlışa karşı tek savunmamız; “bundan şu kadar önce yıl ne durumlarda idik şimdi ise ne durumda.” gibi sığ bir anlayıştan öteye gidememişse ve bunu yaşayan aydınlar siyasetçiler halkına anlatamıyorsa işte orada karanlıktan korkmanın zamanı çoktan gelmiş ve çatmıştır.
Buraya sayfalar dolusu sıkıntıdan bahsetmek inanın zor bir iş değil fakat sıkıntının tek kaynağının zihniyet olgusunun sığlığından kaynaklandığını aktarmak haylice zor bir iş. Çünkü bu aktarım kendi içerisinde bir zemberek dişlisi yaratmaktadır. Başka bir deyişle zihinsel sığlığımızı keşfedip ortaya koymak, derinleşmemizin şart olduğu bir ortamda kendisine bir anlam katacaktır. İşte burada somut konulardan yararlanmak da bir zaruret halini alacaktır. Bu süreç itibariyle dünyada, ülkemizde, şehrimizde ya da toplumsal katmanların haleti ruhiyesindeki mevzuların; perdeye yansıyan kısmından ziyade arka planında nelerin olduğu ile uğraşmamız gerekecektir. Böylece yanlış ve doğru kavramlarının içerisinin doldururken gerçek olgusundan yararlanmanın bir yardımcı eleman değil aksine esasın özünü oluşturduğunu anlayacak ve ona göre bir yol haritası belirleyeceğiz.
Sonuç olarak yapmak istediğimiz şey; tarihin en karanlık yerlerinde hapsolmuş canavarların bugün hortlamasına izin vermemenin yanı sıra yeni canavarlar da yaratmamak için, insan figürünün ön planda kalmasını sağlayarak, sosyal adalet, toplumsal barış, doğal ahlak ve gerçek bir eğitimin nasıl olması gerektiği konusunda kafa yorma olmalıdır. Bu perspektifte bir hareket kurmanın varsa eğer benzer yapılarla ortak hareket etmenin, zihinlerimizi yerellikten evrenselliğe taşımanın zamanı çoktan geçmiştir fakat geç kalınmamıştır diyerek mücadelemize zihinsel devrimle başlayacağımızı, ortaya konulan duruşun anlaşılmasında en önemli hususun kendimizi yeni baştan tanımamızla olacağını, 21. yüzyılın ikinci yarısından itibaren insanlığın temel sorunlarından birinin doğa ve çevre olacağını, toplumumuzun aşırı sığ sorunlarının kendisini derin temeli ve felsefesi olan kaygılara bırakırsa ilerleyebileceğinin bilinmesinin gerekir.