Yeter be…
“Yeter artık” deminin zamanı hala gelemedi mi be!
Kimin nerede ve ne zaman öleceği belli değil…
Gün geçtikçe ‘yaşamak’ şanstan sayılmaya başladı…
Sabahtan evden çıkıp, akşama doğru evlerinize ‘ölüm’ haberi geliyor ve siz bunun adına ‘ecel’ diyorsanız; ben böyle zamansız gelen ecelinde!..
Alınyazısı veya kaderinde!…
Tövbe, tövbe!
Ne eceli be?
Neyin kaderi?
Bu alınyazısı hep neden gariban halkın alnına yazılıyor?
Niye hiçbir Allah’ın günü “Falanca patronun, filanca kompradorun oğlu bugün şehit oldu” gibi haberleri duymuyoruz…
Neden hiçbir zaman bir Allah’ın günü “falan yere, filanca sokağa atılan bir bomba sonucu falanca-filanca işadamının oğlu veya kızı hayatını kaybetti’ diye hiçbir haber duymuyor ve köşklerinin ve evlerinin kapılarından bir cenazenin kalktığına tanık olmuyoruz?
Hı neden?
Bunların alın yazılarında ve kaderlerinde de mi bir farklılık var yoksa?
Kusura bakmayın, belki biraz çırpıdan çıkmış gibi konuşuyorum ama…
Şu son Ankara-Kızılay katliamında yine birçok insanımızın zamansız bir şekilde aramızdan ayrılması benim duygusallığımla sinirlerimi birbirine karıştırıp iyiden iyiye çileden çıkardı…
Sizler nasıl düşünürsünüz bilemem ama ben artık; “Yeter be!” diyorum…
Sokaklarda kendi halinde evinden gelip işine giden, bir kaçamak yaratıp, sevgilisiyle el-ele tutuşup gezintiye çıkan gencecik insanların suçu nedir ki, hiç beklenmedik bir zamanda patlatılan bir bomba sonucu bedenleri havaya uçuyor ve bu dünyadan zamansız göçüyorlar…
Tıpkı Keşap’ın Gönüllü köyünden Elif Gizem AKKAYA kızımız gibi…
Tıpkı Göreleli Zeynep Başak GÜLSOY kızımız gibi…
Her ikisi de daha yaşamlarının baharına yeni girmişti…
Her ikisi de pırıl-pırıl üniversiteli gençlerdi…
Her ikisinin de kendilerine göre geleceğe ait düşleri ve bir planları vardı…
Elif Gizem AKKAYA, Türk Hava Kurumu Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliğinde okuyordu…
Düşlediği Bilgisayar Mühendisi olacak…
Ailesine ve sevenleriyle birlikte onun mutluluğunu ortak yaşayacaktı…
Zamanı gelince anlaştığı bir gençle de evlenip, çekirdek ailesini kuracaktı.
Ama olmadı…
Göreleli kızımız; Zeynep Başak GÜLSOY’un da düşleri Elif Gizem’inkinden farklı değildi…
Zeynep Başak GÜLSOY da, Hukuk Fakültesinde okuyordu…
Düşlerinde belki Hâkimlik, belki Savcılık, belki de Avukatlık vardı…
Hâkim olunca belki suçlularla-suçsuzları birbirinden ayıracaktı…
Savcı olunca, belki suçlulara iddia makamında ‘iddiasını’ hazırlayacaktı!
Avukat olursa, kim bilir belki de (avukatlığın kuralı gereği) suçlunun bile dili ve dilekçesi olacaktı…
Ama olmadı…
Ankara-Güven Parkta patlayan bir canlı bomba sonucu her ikisinin de düşleri bilinmeyen yerlere savruldu…
Aynı anda 37 kişinin kaderi birbiriyle kesişip ortak oldu!
Tıpkı Suruç’ta kaderleri birbiriyle kesişen gençler gibi…
Tıpkı Reyhanlı’da alınyazıları birbirine benzeyenler gibi…
Tıpkı 10 Ekimde ‘Barış’ çığlıkları atanların az sonra ‘ölüm çığlıklarını’ hep birlikte atanlar gibi!
Peki, bundan sonraki yaşantımız hep böyle çığlıklar içinde mi geçecek?
Hep tedirgin, tedirgin mi dolaşacağız sokaklarda?
Allah’ın her günü sokağa çıkmadan önce “Bomba nerede patlayabilir ve nerede patlamayabilir” gibi tahminlerimizi yaptıktan sonra mı sokağa çıkacağız?
Yoksa “Bu bizim alınyazımızdır”
“Demek ki bizimde fıtratımızda varmış”
Veya “Kaderimiz böyleymiş”
Daha da olmadı ” Ecel be kardeşim ecel, kepeği bu kadarmış mı” diyerek kendimizi böyle mi teselli edeceğiz?
Hele-hele bir alacakaranlıkta veya şafakta mantar gibi çıkan bir gazeteci var, adı; Abdülkadir Selvi diye…
O da diyor ki; Bir süre terörle yaşamaya alışmamız gerekir”
Vay be!…
Demek ki bizde Filistin’e benzemişiz…
Öyle ya, 1948 yılından bu yana Filistin tüm dünyanın gözleri önünde terörle yatıp, terörle kalkıyor…
Doğum yapacak Filistinli kadın bomba seslerinin içinde doğum yapıyor…
Ve gitgide herkes terörle yaşamaya alışıyor…
E, şimdi (selvi boylu) Abdülkadir efendi hazretleri acaba bizin niye terörle yaşamaya alışmamız gerektiğini söylüyor?
Niye terörle yaşamaya mecburuz?
Yoksa onun bildiği bizim bilmediğimiz bir şey mi var?
Yani bundan sonra terör olayları daha da hızlanıp, daha çok canlarımız yaşamını yitirecek de, bizim mi haberimiz yok?
Sonra ‘bir müddet’ sözünden neyi kastediyor acaba Şafağın selvi boylusu?
Öyle ya insan merak ediyor…
Hatta ‘merak’ ne demek, durup-dururken hepten tedirgin oluyor…
****
Sonuç olarak;
Fas’tan-Tunus’tan tutuşturulan kibrit alevi bana öyle geliyor ki, Suriye’den sonra bizim topraklarımıza da kurumuş gazelleri de tutuşturmaya başlamış gibi geliyor bana!
Yani demem o ki; gizli ve açık işbirlikçiler gün geçtikçe gün ışığına çıkmaya ve çoğalmaya başladılar!
Köpeksiz köy bulmuşlar, değneksiz geziyorlar!
Emperyalizmin uyuşturduğu ve kiraladığı beyinler, gündelik yaşamımızın içinde tehlikeli bir bomba olarak dolaşıyorlar…
Sanki can güvenliğimiz bıçak sırtında gibi yaşıyoruz!
Bakalım bu korku nereye kadar gidecek ve bu korku imparatorluğu ne zaman son bulacak?