Yazının başlığına devamla, “…Türk ve Dünya klasiklerini okumayan Edebiyat Öğretmeni” eklenecekti.
Ancak, uzun bir başlık olacağından kısa keserek yerine üç nokta koydum.
Her iki öğretmenle bir arkadaşla sohbet ederlerken karşılaşıp, tanıştım.
Biri Türkçe, diğeri Edebiyat öğretmeni ve il dışında görev yapmaktalar.
Tanıdık öğretmen, geçen hafta bu köşede yazdığım Sabahattin Ali’nin “Aldırma Gönül” şiirini ve yazarın yaşamını okuduğunda, gençlik yıllarını anımsadığını ifade etti.
‘Yanımızda Türkçe ve Edebiyat öğretmenleri var, ayrıntısını onlardan öğrenelim.’ deyince, hemen söz alan Türkçe öğretmeni”…ben şiir okumayı sevmem..” diye söyledi.
Edebiyat öğretmeni birkaç yarım cümle ile bildiklerini anlattı.
Bizim kuşağın ortaokul, lise ve gençlik yıllarımızda Türk ve Dünya klasiklerinin şiir, öykü, romanlarının tamamına yakınını okuduğundan söz ettim.
Edebiyatçı, bu romanlardan çok az okuduğunu ifade etti.
Buyurun size Edebiyat alanında eğitim almış iki öğretmen profili.
Türkçe öğretmeni şiir, Edebiyat öğretmeni ise roman okumayı sevmiyor.
Kendi şair, öykü ve roman yazarlarının sadece adını duymuş, hiç birini okumamış.
Rahatlıkla, ‘ben şiir sevmem, roman okumam’ diyebiliyorlar.
Edebiyatçı, ‘bu klasikler sizin gençlik yılarınızda okunuyormuş’ diyecek kadar bilgiç.
Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Ömer Seyfettin, H.Edip Adıvar, R.Nuri Güntekin, Y.Kadri Karaosmanoğlu, P. Safa, H. Ziya Uşaklıgil….,
V.Hugo, Dostoyevski, Balzac, Tolstoy, A.Dumas, M.Gorki, O.Wilde….. ve daha yüzlercesini tanımayan, eserlerini okumayan Edebiyat öğretmeni.
Bu isimler, eğitimin en etkili öğesi olan öğretmenler için bir şey ifade etmemekte.
Ama aynı öğretmenler ve daha birçoklarının ilk işi spor gazetelerini okumak.
Bu iki örnek tüm meslektaşlarını da içerir mi? Tamamının anlayışı bu mu?
Elbette hayır.
Ancak bu anlayış son yıllarda öğretmenlere egemen olmaya başladı.
Bugün rastlantı olarak karşılaştığımız iki öğretmen yarın beşe, ona çıkacak.
Asıl tehlike bu.
Daha da üzücü olanı adeta okumadan kaçıyor, ülke olarak okumuyoruz.
80 milyon nüfusumuz var diye övünenler, ülke genelinde günlük kaç gazete, dergi okunduğundan, yılda kaç kitap satıldığından söz etmiyorlar bile.
Ülkemizde okur-yazar oranı yüzde doksan beşleri geçti ve sürekli artmakta.
Önemli olan okuma yazmayı aktif olarak kullananların sayılarının artması.
Ancak, bu iki öğretmen anlayışına rastlanıldığında vay halimize.
Toplumumuzun sosyal, siyasal ve ekonomik koşullarında önemli değişiklikler olmasına karşın gazete, kitap okuma alışkanlığı edinemediği bir gerçek.
Gelişmiş ülkeleri bir yana koyalım, gelişmekte olan ülkelerin de oldukça gerisindeyiz.
Yapılan araştırmalarda, Avrupa ülkeleri kitaba yılda ortalama 150 dolar harcama yaparlarken, ülkemizde sadece 0.50 dolar harcandığı görülmekte.
Türk okur yılda bir, iki kitap okurken, bir Japon’un okuduğu kitap sayısı 25.
Unesco araştırmalarına göre Türk insanı ortalama on yılda bir kitap okumakta.
Ülkemiz, Unesco’nun “okumaz,yazmazlık” diye tanımladığı sınıflandırmaya girmekte.
Tüm ülke insanlarının okur yazar olması elbette önemlidir.
Ancak daha da önemlisi, buna işlerlik kazandırılarak üretim alanında kullanabilmektir.
Okumayan kişiler üzerinde siyasal, dinsel ve kültürel gelenekleri korku ve biat etme üzerine kurmak kolaylaşacaktır.
Tıpkı adına cemaat ve tarikat koyanların yapılanmalarında olduğu gibi.
Soru soran, eleştiren, otorite ve yerleşik değerleri sorgulayan kişiler bu yapılanmalar tarafından asla kabul görmezler.
Cehaleti yok etmenin tek yolu okumak, öğrenmek, bilgilenmektir.
Bu ortamı sağlayacak olan öğretmen ‘ben şiir, öykü, roman’ okumayı sevmiyorum diyebiliyor ise, ne durumda olduğumuzu bir düşünmek gerek.