İslam tasavvufunda kulu Hakk’a götüren yol demek olan tarikatlar, Allah ve Resul’ünün ahlakıyla ahlaklanmış insan-ı kâmiller yetiştirmeyi hedef almıştır. Kâmil insan olma yolunda ilerlemek isteyen kul için en büyük engel ise nefistir.
Nefsin hususiyetlerini göz önünde bulunduran tasavvuf büyükleri; ayet ve hadislerin aydınlığında ‘nefs engelini aşma’ konusunda muhtelif yollar göstermişler ve bunları uygulayarak müritlerini imanda üst seviyelere erdirmeye gayret sarf etmişlerdir.
-Nefsin kusurlarından biri; Hakk ile ülfetten, taat ve ibadetten hoşlanmamasıdır. Bunun sebebi kişinin nefsin her isteğine boyun eğmesidir. Tedavisi ise nefsin isteklerine karşı koymak ve istediğini yapmamaktır.
Nefsin kusurlarından biri de gaflettir. Sebebi dünyalık şeylere ilgi duymak, sevgi beslemektir. Bundan kurtulmanın yolu Hakk’ın kendisinden gafil olmadığını bilmek, zikre devam etmektir. Zikir insan gönlündeki dünya sevgisini, ilgi ve sevgisini azaltan, gönlü Hakk’a bağlayan en güçlü etkendir. Çünkü bir şeyin adını anmak; onu sevmekle ilgilidir. İnsan sevdiğini anar, andığını da sever, sevdiğinden de gafil olmaz.
Nefsin en önemli kusur ve hastalıklarından biri de itibar duygusu ve baş olma tutkusudur. Bu da kendini beğenme hastalığından kaynaklanır. Bunun da tedavisi kulun Hakk’ı Hakk olarak bilmesidir. Bunun neticesinde Allah’ın kendisine lütfettiğinin farkına vararak ve bunun karşısında şükürde kusur ettiğini düşünen kul; tevazu ve alçak gönüllülük yolunu tutacaktır. Baş olma ve riyaset duygusu insanda en güçlü içgüdülerden biridir.
Nefsin tuzaklarından biri de tama; hırs ve dünyaya düşkünlüktür. Sebebi ölümü unutmak, nefsin insana telkin ettiği ebediyet duygusuna aldanmaktır. Tedavisi ölümü çokça hatırlamak, ebediyet yurdunun dünyada değil, ahirette bulunduğunu düşünmek, tama hastalığının insanı cimriliğe, cimriliğin de kişiyi maddeye ve kula kul olmaya götüreceğini hesaplamaktır.
Nefsin kusur ve noksanlarından biri öfkelenip kızma hastalığıdır. Gadap, yani öfke şeytani bir sıfattır. Tedavisi nefsi kazaya rızaya alıştırmakla olur. Peygamberimizin öfkelenmemek, gadabını yenmek hususunda pek çok tavsiyeleri vardır. Öfke aklı baştan alır, muhakeme ve kontrolü kaybettirir.
Nefsin ayıplarından biri de başkalarının sahip olduğu nimetleri kıskanmaktır. Hasedin sebebi ilahî taksime razı olmamaktır. İnsan, ilahî taksime razı olma özelliği kazandığı an, nefsin kıskançlık kıskancından kurtulur.
Nefsin hastalıklarından biri de malayanî denilen manasız, boş şeylerle uğraşmaktan hoşlanmasıdır. Bunun sebebi dünyaya aldanmaktır. Bundan kurtulmak ömrün sayılı nefeslerden oluşan bir sermaye olduğunu anlayarak vaktin değerini bilmek suretiyle olur.
-Nefsin kusurlarından biri de halkın ayıplarıyla uğraşıp kendi eksiklerini görmezden gelmesidir.
-Nefsin hastalıklarından biri de içini ihmal edip dışını süslemeye çalışmak.
-Nefsin arızalarından biri de amellerine karşılık beklemektir. Tedavisi amelindeki eksiklik ve ihlas azlığını görmektir. Çünkü kaderde yazılan her şey dünyada ve ahirette karşımıza çıkacaktır. İnsan yaptığı amele karşılık bekleyecek olursa ücretle çalışan işçi durumuna düşer. Hâlbuki kula yakışan Allahü Teâlâ’nın büyüklüğü karşısında boyun eğmektir.
-Nitekim Rabiatü’l-Adeviyye’in; ‘İlahî ben sana cennet ümidiyle tapıyorsam onu bana haram kıl! Eğer cehennem endişesiyle tapıyorsam beni ona at! Ben sana sen olduğun için, kulluğa layık olduğum için tapıyorum.’ sözü bu anlamdadır.
Maide 105: “Ey âmenû olanlar! Nefsleriniz, üzerinizedir (nefsinizin sorumluluğu üzerinize borçtur). Siz hidayette iseniz, dalâletteki bir kimse size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecek.”
Âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler) nefsleriniz üzerinizedir. Nefsi tezkiye etmek yani temizlemek, arıtmak, Allah’a teslim etmek üzerinize borçtur. Hidayette iseniz dalâlettekiler size bir zarar veremezler. İnsan dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilediği an hidayette olmaya başlar. Nahl-99’a göre Allah’a ulaşmayı dileyenlere şeytanın bir sultanlığı yoktur.
16/NAHL-99: İnnehu leyse lehu sultânun alâllezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne).
Çünkü onun, âmenû olanlar ve Rab’lerine tevekkül edenler üzerinde bir sultanlığı (yaptırım gücü) yoktur.
Nefsinin sorumluluğu üzerine olan bir insanın yapması lâzımgelen şey nefs tezkiyesi ve tasfiyesidir. Nefsi yarı yarıya temizlemek, afetlerinden yarı yarıya kurtarmak “nefs tezkiyesi” adını alır. Tamamlamak ve nefsini Allah’a teslim etmek ise nefs tasfiyesidir. Sorumluluğun giderilmesi nefsin Allah’a teslimi ile yani nefsi hidayete erdirmekle mümkündür. Nefsin hidayette olmaya başladığı nokta ise mürşide tâbî olunan noktadır. Çünkü bu noktadan itibaren nefs tezkiyesine başlanır. Nefsi tezkiye edebilmek ancak bu noktadan sonra mümkün olur.
Allahû Tealâ burada nefsin hidayet üzere olmasını mürşide ulaştıktan sonra nefs tezkiyesine başlamak olarak adlandırmış. Mâide Suresi 105. âyet-i kerimesi, dalâlette olanların yani büyü yapanların, hüddam yapanların, bütün negatif sistemleri uygulayanların, şeytanla işbirliği yapanların, hidayette olanlara bir zarar veremeyeceğini ifade ediyor. Bakara Suresinin 102. âyet-i kerimesine göre Allah müsaade etmezse, şeytanın büyüsü ve sihri ve diğer zarar verici zülmanî ilimleri insana bir zarar veremez.
2/BAKARA-102: “Onlar Süleyman (a.s)’ın mülkü üzerine şeytanların tilavet ettiği (okuduğu) şeylere tâbî oldular (uydular). Süleyman (a.s), inkâr etmedi (sihir yapmadı ve kâfir olmadı). Fakat şeytanlar insanlara, sihri ve Babil şehri’ndeki iki meleğe, Harut ve Marut’a indirilen şeyleri öğretmekle kâfir oldular. Ve oysa onlar, “Biz sadece bir fitneyiz (sizin için bir imtihanız). O halde (sakın sihir ilmini öğrenerek) kâfir olmayın.” demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi. Fakat o ikisinden, bir erkek ile onun karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı ve de onlar, Allah’ın izni olmadan onunla (sihirle) hiç kimseye zarar verebilecek değillerdir. Ve onlar kendilerine fayda vermeyen, zarar veren şeyleri öğreniyorlar. Ve andolsun ki onlar, onu (sihri ve ona ait bilgileri) satın alan kimsenin ahirette bir nasibi olmadığını kesin olarak öğrendiler. Elbette onunla (sihre karşılık) nefslerini sattıkları şey ne kötü, keşke bilselerdi.”
Şeytanın zarar verememesi noktası Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar. Bu âyette zarar veremeyeceği standartlar ifade edilmiştir. Kişi mürşidine ulaşarak, önünde tövbe ettiği zaman eğer Allah’a ulaşmayı dileyen biriyse aynı anda devrin imamının ruhu başımızın üzerine gelir ve yerleşir. O bir muhafızdır, koruyucudur, Kaf Suresinin 32. âyet-i kerimesine göre. İşte bu koruyucu muhafız sebebiyle şeytanın zülmanî ilimlerinin bir zarar vermesi artık hiçbir zaman, hiçbir şekilde mümkün değildir.
50/KAF-32: “İşte size vaadolunan şey budur (cennettir). Bütün evvab (ruhu Allah’a ulaşarak sığınmış), ve hafîz olanlar (başlarının üzerine devrin imamının ruhu ulaşmış olanlar) için.”
Bizim görevimiz insanları Devrin İmamı’na veya Mürşid’e ulaştırmak değildir. Bizim görevimiz insanları Allah’a ruhlarını ölmeden önce kalpten ulaşma dileğine ulaştırmaktır. Bizim vazifemiz Allah’a davettir. Allah’a ulaşmayı dileyenleri Devrin İmamı’na veya Mürşid’e ulaştırmak Allah’ın işidir.
Hiç kimse Allah’a ulaşmayı dilemeden, bütün ayetleri önüne koysanız bile anlayabilmesi ve sizin idrak ettirebilmeniz mümkün değildir. Nitekim bunu yaptığınız tebliğlerde de bizzat yaşamaktasınız. Bu yüzden insanları Allah’a ulaşmayı dilemelerini sağlamak gerekiyor.
Peygamber Efendimizin, Devrin İmamlarının ve Mürşidlerin görevi kendilerine çağırmak değil, Allah’a davettir. İnsanların kalpten Allah’a yönelmelerini ve hür iradeleri ile Allah’a ulaşmalarını dilemeye davettir.
Allahü Tealâ Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.); ‘Rabbine davet et’ diye emretmiştir.
HACC-67: “Li kulli ummetin cealnâ menseken hum nâsikûhu fe lâ yunâziunneke fîl emri ved’u ilâ rabbik(rabbike), inneke le alâ huden mustekîm(mustekîmin).”
“Ve Biz, bütün ümmetler için mensek (tek bir şeriat) tayin ettik. Onlar, onunla (o şeriatle) amel ederler (etsinler). Öyleyse emrim konusunda seninle niza etmesinler (çekişmesinler). Sen, Rabbine davet et. Muhakkak ki sen, mutlaka mustakîm (Allah’a doğru istikametlenmiş) olan hidayet üzeresin.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisini koruyup yetiştiren ancak Allah’a ulaşmayı dilemeyen öz amcasını bile hidayete erdirememiştir.
KASAS-56: “İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huve a’lemu bil muhtedîn(muhtedîne).”
“Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin (onun ruhunu Allah’a ulaştıramazsın). Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Ve O, muhtedileri (hidayete erenleri) daha iyi bilir.”