Şu an yazının bu ‘üst başlığını’ okuyunca şaşırdınız değil mi?
Şaşırmayın, şaşırmayın…
Şaşıracak bir şey yok, çünkü az sonra anlatacağım konu 60 yıllarıyla 70 yılları arasında aynısıyla bire-bir yaşandı…
Şimdi diyeceksiniz ki; “Bugün hangi konu üzerinde saçmalayacaksın?”
Hiç sözü uzatmadan söyleyeyim “12 Mart Muhtırasından’ veya bir başka ifadeyle ‘Darbesinden’ söz edeceğim…
Ancak, her zaman olduğu gibi biraz izin verirseniz, konuya biraz tarihin gerilerinden giriş yapmak istiyorum…
Hayır, hayır kafanızı tarihi öykülerle şişirmeyeceğim…
Sadece ve sadece Erzurum ve Sivas Kongrelerinde İngilizlerin ve Amerikan mandacılığını ve güdüm altına girmek istemediğimizi ve bunun yerine toplum olarak karakterimizin; “Ya istiklal, ya ölüm” şiarına daha uygun düştüğü için bizi hangi devlet ortadan kaldırmak istiyorsa, hangi devlet sömürgesi altına almak istiyorsa onlara karşı restimizi çekmiş ve önümüzde diz çöktürmüştük!…
Sanırım bu tarihsel gerçekliğe ve tespite kimsenin bir itirazı olmaz…
Bizim ‘itirazımız’ olmaz olmasına da, ancak hani bir söz vardır ya; “Su uyur düşman uyumaz” diye…
İşte bu bizim ‘Mandacılığa’ rest çekişimize ve bağımsızlığa olan sevdamıza birilerinin itirazı vardı ve yıllar boyu da var oldu ve hala’da sürmektedir!
Bunlar; yine başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerdi…
Hani biz onları dize getirmiştik ya, işte onlarda bu acıyı unutamadıkları için mutlaka bir dengine getirip ve fırsatını bulur/bulmaz bizi önlerinde diz çöktürmeyi düşünüyorlardı…
Şimdi gelelim kısa başlıklarla ve fazla ayrıntıya girmeden Atatürk’ün ölüm tarihi 1938 yılından bu yana gitgide hızlanan değişimlere ve teslim olmalara;
Mustafa Kemal’in düşleri olan ve ölümünden bir yıl önce 1937de başlayan Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 yılında kurulur…
Daha ilk ürününü vermeden dışarıdan ve içeriden rahatsızlıklar başlar.
“Bu okul öğretmen mi yetiştiriyor, Komünist mi?” homurtuları…
Ve 1946’lı yıllarda tek partili dönemden, çok partili döneme geçilir…
Geçilir-geçilmez Köy Enstitülerinin ve Halk Evlerinin üstüne daha da çok gidilir…
Derken 1950 yılında Amerika’nın ilk devşirme partisi sayısal çoğunluğu sağlayarak iktidara gelir…
Ve ABD Erzurum, Sivas kongrelerinde elde edemediğini bu kez iktidara getirdiği adamlarıyla elde etmeyi hedefler…
“İstesek hilafeti tekrar geri getirebiliriz”
“İstesek odunu bile ‘Vekil’ seçtirebiliriz”
“İstesek laikliği bile ortadan kaldırabiliriz” diye toplumu yavaş-yavaş, ürkütmeden, karşı tepkileri çoğaltmadan önce Köy Enstitülerinin kapılarını kilit vurduktan sonra, toplumu ikiye bölmek için ‘Vatan Cepheleri’ kurmaya başlandı ve yasa tanımaz, iktidar sarhoşluğuna girerek çeşitli su-istimaller yapılmaya ve Harp Okulu öğrencileri içinde Atatürkçü düşünce harekete geçmeye başladı…
Derken bu okul komutanlarına ve rütbelilere, daha üst rütbelilere doğru bir ivme kazanınca, iktidarın dışarıdaki gücü bu kez mevcut iktidara sahip çıkmayıp, kendisine bağlı başka bir güç yaratmak için Askeri darbeyi destekledi.
Fakat öğrenci kesiminden başlayan kıpırdama, rütbeliler tarafından da desteklenip çoğalmaya başlayınca, bu kez dışarıdaki güç ABD’nin istediği şekilde sonuçlanmayıp ‘İnkılap’ (27 Mayıs Devrimi) biçiminde ilan edildi…
Ve 1961 Özgürlükçü Anayasası yapıldı…
Ki, bu Anayasa 1963 yılında resim ve fotoğraflarla halkın anlayabileceği bir şekilde ‘Kitap’ haline getirilip, tüm muhtarlıklara ve ailelere gönderildi…
Yani vatandaşın devlete karşı, devletin yurttaşa karşı ödevleri nelerdir bilsin diye gönderildi…
Hatta bunu ilkokullarda ‘Yurttaşlık Bilgisi’ dersi olarak okutuldu…
Tekrar konuyu fazla dağıtmadan asıl anlatmak istediğimize gere dönecek olursak; 1961 Anayasası özgürlükçü düşünceden yana olan bir anayasaydı…
İşçiye ve kamu emekçisine grev hakkı olan sendikalaşma hakkı verilmiş…
Üniversiteler ve TRT Özerkleştirilmiş…
Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş…
Kişinin temel hak ve özgürlükleri güvence altına alınmış…
“Siyasi partiler demokratik hayatın vazgeçilmezidir” anlayışını yaşamın pratiğine taşımış ve her türlü siyasi görüşe kapı aralamış. (Örneğin TİP kuruluşu)
Yasama-Yürütme-Yargı güçler ayrılığı sağlanmış…
Sosyal devlet kavramı eklenmiş vesaire, vesaire…
Ve yavaş-yavaş da olsa başlamış özgürlükçü bir yolculuk…
Kamuda çalışan memur ve öğretmen örgütlenmeleri…
Üniversitelerde öğrenci ve akademisyen örgütlenmeleri…
Fabrikalarda emeği sömürülen işçi sınıfı örgütlenmeleri…
Köyde, bağda-bahçede tarım emekçilerinin Kooperatif örgütlenmeleri…
Eh örgütlenme bilinci geliştikçe, haliyle siyasal bilinçlenme de tetiklenip harekete geçeceğinden ve geçtiğinden toplumda bir silkinme ve uyanış başlayınca, egemen güçler bundan rahatsız olmaya başladılar…
Eh, rahatsız olmaya başlayınca da özgürlüklerin önüne duvar örmeye ve bu sosyal uyanışın önünü kesmeye başladılar…
Hatta ve hatta daha doyumuna ulaşılmayan Anayasanın çoğu maddelerini uygulamamaya ve daha da ileri giderek; “Bu anayasa bize bol geliyor” diyerek, uygulanması gereken özgürlükçü anayasadan şikayetçi olmaya başladılar…
Ve hatta zaman-zaman “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” diyerek, halkın üzerinde Amerikan sevgisi ve rüzgarı estirmeye başladılar…
Yetmedi Amerika’ya karşı çıkanları “Vatan haini” ilan edecek kadar ileri gittiler…
Ne zaman vatansever, yurtsever, devrimci ve Atatürkçü gençlik yurdunun çıkarlarını ve öz değerlerin savunmaya kalksalar adını; ya anarşist, ya gominist, ya da vatan haini dediler…
Halbuki vatan hainleri gün gibi ortadaydı!
Vatanseverlerle-vatan satarlar ortalık yerde cirit atıyordu…
Gençlik; “Anayasayı neden uygulamıyorsunuz?” diye sokaklara dökülünce dönemin Gen. Kur. Başkanı; Memduh TAĞMAÇ “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmış” diyerek, gençlikten ve halkın uyanışından rahatsız oluyordu…
Ve sonunda bu uyanışın önünü de 12 Mart Darbesiyle önlüyorlardı…
Sonra mı ne oldu?
Sonrası şöyle oldu;
“Bu anayasa bize bol geldi” deyip uygulamayanlar, şapkasını eline alıp, bir süreliğine gözlerden uzaklaştırılınca, hemen çarçabuk gençlik liderleri derdest edilip tutuklanıyor…
Ele geçirilemeyenler bir yerlerde sıkıştırılıp vuruluyor…
Ve adına da ‘faili Meçhul’ deniliyor…
Daha sonra?
Daha sonrası (bilenler biliyor da) inanın bilmeyenler için daha da gülünç…
Niye mi?
Niye’sinin gerekçesi şöyle;
Hani anayasayı uygulamayanlar şapkasını eline alıp, kuyruğunu bacaklarının arasını sıkıştırıp (geçici olarak) bir yerlere gönderiliyordu ya…
İşte “Anaya neden uygulanmıyor” diyenler de, bunun tam tersine; Anayasayı ihlal ve anayasayı ortadan kaldırmakla suçlanıyor ve mahkemelerde öyle iddia hazırlanıyordu…
Eğer gülüyorsanız veya “Yok artık bu kadarı da fazla abartılı” diyorsanız, vallahi de aynen böyle oldu, billahi de…(Hatta benim unuttuklarım bile vardır)
****
İşte bu 12 Mart gülmecesini bir kez daha kaybettiklerimiz adına analım ve üzerinde gecikmeli de olsa birlikte düşünelim istedim…
Tekrar görüşmek üzere…