İLİM İMAN ETTİRİR

İLİM İMAN ETTİRİR

Bir san’at eseri, mamül madde, bir yapıt gördüğümüzde onun ustasını, mucidini veya sahibini sorup, öğrenme ihtiyacı duyarız; merak ederiz. Övgü için de olsa, eleştiri için de olsa bu durum değişmez. Bu his ve ihtiyaç insanlar olarak bizim genlerimizde, fıtratımızda mevcuttur ve de doğaldır.

Bunun iki anlamı vardır: “her eserin bir müessiri, ustası mevcuttur” bu bir; ikincisi ise yapılan bir işi, bir eseri övmek ya da yermek, beğenmek veya beğenmemek en tabii hakkımızdır. İnsanlar olarak yaşadığımız belde veya bölge sınırlıdır, küçüktür; ama evren dediğimiz dünya hakikaten “uçsuz-bucaksız” tabirinde de ifade edildiği gibi ilginçtir ve geniştir. Ve bu dünya üzerinde mucidi, ustası olmayan bir nesne bulmak mümkün değildir. Bu demektir ki, hiç bir şey kendi kendine olmuyor, olması da mümkün gözükmüyor. Varlıkları, olayları, yaşanan hadiseleri “tesadüf” denilen asılsız ve sihirsiz kelimeyle de izah etmek, ya da buna cür’et etmek doğru değildir, aklî olamaz.

Meselâ deniz bilimci oşinograflar, denizlerdeki kendine mahsus kural ve kaideleri, oradaki canlıların var olma, beslenme ve yaşama şartlarını, okyanuslardaki akıllara durgunluk veren hikmet ve gizemleri enine-boyuna araştırıyorlar, sır dolu bilgilere sahip oluyorlar ve hadiseleri ibretle görüyorlar.

Uzay ve gök bilimi ile meşgul olan insanlar, astrologlar güneşin, ay’ın, yıldızların, galaksilerin ve diğer uzay varlıklarının hareketlerini, konumlarını, durumlarını, inceliklerini araştırıyorlar; harikulade bilgilere vakıf oluyorlar. Gece ile gündüzün, mevsimlerin aşmadan, şaşmadan, bir kılavuza veya rehbere ihtiyaç duymadan düzenli ve intizamlı bir şekilde birbirlerini takip etmelerini hayretle görüyorlar.

Bitki bilimleri ile meşgul olan botanikçiler çeşit ve adetleri milyonlarla ifade edilen bitkiler alemini dikkatle inceliyorlar; çeşitleri, cinsleri, renkleri, kokuları, tatları, şekilleri, yapıları, boy ve ebatları birbirinden değişik olan milyonlarca bitkideki esrarı görüyorlar.Yan yana dikilen yüzlerce çeşit meyvenin kökleri topraktan aynı gıdayı ve suyu alıyorlar, ama her bir meyvenin çiçeği, yaprağı, meyvesinin tadı, kokusu, şekli, gıdası, rengi birbirinden farklıdır. Bilim adamları bunları ayan-beyan biliyor ve görüyorlar.

Hayvanlar âlemini inceleyen zoologlar etinden, sütünden, derisinden, gücünden, gübresinden ve daha birçok alanda kendilerinden yararlandığımız yüz binlerce çeşit ve trilyonlarca adet hayvanları mütemadiyen araştırıyorlar. Ve bu insanlar çeşitleri, şekilleri, görünümleri, sesleri, ebatları, renkleri, yararlanma yöntemleri birbirlerinden farklı olan bu hayvanlardaki “yaratılış hikmet ve gâyesi”ni apaçık görüyorlar.

İnsan bünyesini inceleyen antropologlarla, insan sağlığını meslek edinen tıp bilimcileri organ ve uzuvlarımızın muntazam olarak yerli yerine konulmasını; ahenk ve uyum içinde çalışmalarını, yaratıcı tarafından kendilerine verilen görevi zamanında ve eksiksiz olarak eda etmelerini, hastalıklara karşı gösterdikleri direnç ve mücadeleyi; organizmanın muazzam yapısını, bu yapı içindeki ilâhi hikmetleri, Rabbâni mucizeleri araştırıyor ve olağanüstü halleri apaçık görüyorlar…

Sadece bunlar da değil. Bunlarla beraber yer bilimini inceleyen jeologlar ve jeomorfologlar, madde bilimini inceleyen fizisyenler, yıldız bilimci astrologlar, kimyagerler ve diğer bilim adamları kendi çalışma alanlarındaki insanları hayrete düşüren hikmetleri, harika incelikleri, mucizeleri, muhteşem san’at gücünü hayretle görüyorlar…

Kendilerini ön yargısız ve peşin hükümsüz olarak bilime adayan bu zekâ sahibi insanlar, kâinattaki ilâhî iradeyi, mucizevi san’atı ibretle görüyorlar. Bu bilim adamlarının tamamına yakını tüm bunların bir yaratıcısının var olması gerektiğini, var olduğunu kabul ve itiraf ediyorlar. Ne var ki, bu bilim adamlarının bir kısmı henüz İslâm’la müşerref olamadıklarından, Allah’ın varlığına bizim bildiğimiz ve O’nun istediği şekilde iman edebilme bahtiyarlığına henüz nail olamıyorlar. Bizatihi Allah’ın varlığına ve yaratıcı olduğuna inanmak güzel şeydir, ama yeterli değildir. İslâm’ı tüm insanlara tebliğ etmek Müslümanlar olarak boynumuzun borcudur. Gel gör ki, bizler kendi derdimize düşmüşüz, başkalarına ne hayrımız var, ne de faydamız. Derler ya: Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş.

İlim ve irfandan, iz’an ve insaftan, edep ve hayadan yoksun olan içimizdeki “aydın kırıntılarının ve bilim adamı müsveddelerinin” tüm bunları görmezden gelerek veya göremeyerek, her şeyi “tesadüfle veya evrim saçmalığı” ile açıklama gayret ve çabalarına itibar etmeyiniz. Zira söylediklerine hakikatte kendileri de inanıyor değiller, kuru bir inat, asılsız bir iddia hepsi bu. Ama o sokak çıkmaz sokak.

Cenab-ı Allah kâinat için “tabiat kanunları”nı, insanlar için de “şeriat kanunları”nı ihdas etmiştir. İnsanoğlu tabiat kanunlarına fazla müdahale edemediğinden, kâinatın düzeni nispeten devam etmekte; ancak şeriat kanunlarına uymadıklarından, insanlar arası ilişkiler ve düzen allak bullak olmuştur.İnsanlara düşen görev, tabiat kanunlarına saygı duymak, onlara müdahale etmemek, şeriat kanunlarına teslim olmaktır.

Bilim adamı yaftasını taşıdığı halde gerçekleri saklayan cahil-cühelâ takımına siz aldırmayın; “ilimin sanı imana götürür.” Tarih, bunun örnekleriyle doludur. Yeter ki insanların kalbi mühürlenmiş olmasın ve anlamak istesin.

Selam ve dua ile…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?