Alıştık artık diyorum. Ben böyle deyince kızıyorlar bana. Kızmayın efendim. Bahar çiçeklerinin ucundan kan damlıyor artık. Nereye kadar ya da ne zaman biter ben bilmem. Bilse bilse devlet büyüklerimiz bilir. Sahi nereye kadar?
Günlük haberleri izlemek istemiyorum dediğim zaman tepki ile karşılaşıyorum. Anlamadığım nokta neden kızıyorlar? İzlemiyorum arkadaş. Sanki haber değil de; masal anlatıyorlar. Günün önemine göre haberin önceliği sinirlerimiz bozmaya yetiyor. 1 Mayıs günü haberlerde 7 şehit vermişiz ancak haberler, trafik kazaları ile açılıyor. Haberleri açtığımız yetmiyor gibi, gereksiz uzatmalarla gerildikçe geriliyoruz. Sonra aklıma bir türkü geliyor: “Gelmiş bahar ayları neyleyim…”
Bugün sizlerle iki minik kuşun öyküsünü paylaşmak istiyorum. İkisi de savunmasız, bir o kadar da korkusuz. Diyebilirsiniz ki, bu ne tezat… İkisi de ayakta durmaya çalışan iki minik kuş.
Minik kuşun ismi bende saklı. İlkokul bitince yaşadığı İl’de hemen kız çocukları okuldan alınır. Ailenin öngördüğü yaşı önemli değil. Büyük olmuş, küçük olmuş fark etmiyor. Evlendirilirmiş. Bizim minik kuş, 6. sınıfa başladığında her okul dönüşü; ‘Sen yine mi okula gittin?’ diyen babasından dayak yermiş. Yermiş ama hiç umurunda değilmiş. Yeter ki okula gitsin. Dayağın acısı bir şekilde çıkar diyormuş. Bir, iki derken günler günleri kovalıyor ve en acı gerçek geliveriyor. Oralarda kızlar adet dönemine girdiğinde evlenme çağı gelmiş demektir anlamını taşıyor. Bir gece anne ve babasının kendisini yaşça çok büyük biri ile evlendirileceğinin konuşmasına tanık oluyor. Ama aldırmıyor. Yine okuluna gitmeye devam ediyor. Bir gün yine okul çıkışı eve geldiğinde babadan öyle bir dayak yiyor ki, her yanı morluklar içinde.
Öyle azimlidir ki, yılmıyor!!! Ertesi gün gizlice yine okul yolunu tutar. Kafasına koymuştur. Ne kadar seviyor olsa da ailesini başkaldıracaktır. Ve tabii kurulu olan bozuk düzene. O gün sınıfa girdiğinde öğretmeni anlar ki yine minik kuşunun kanatları kırılmıştır. Minik kuş, öğretmeninin sormasına fırsat vermeden eğilir kulağına; ‘Öğretmenim beni devlete teslim eder misin?’ diye fısıldar…
Geniş bir çerçeveden bakıldığında ne kadar derin bir söz olduğunu anlamak çok kolay. Kısaca ailesinin evlendirmek istediğini ve okula göndermediklerini anlatır. O okumak istemektedir. Okuyup gelecek nesillere ışık olmak için var olduğunu düşünür. Ve akşamın sonunda minik kuş devlete teslim edilir. Baba ise; çocuğuna şiddet ve küçük yaşta evlendirmek istediği için cezaevinin yolunu tutar. 18 yaşına kadar ailesinin de bilmediği yerde koruma altına alır. Büyür, güzelleşir, başarılıdır da. Şimdi üniversite öğrencisi. Minik yüreği ile cesurca hareket ettiği için artık geldi köylerinde hiçbir baba ya da aile; kız çocuklarını okuldan alıp evlendirmemişler. Okumak isteyenin yolu açık olmuş…
Ne güzel bir direniş…
Kaç minik kuşların umut ışığı oldu.
Son günlerde biraz yorgun hissediyorum bizim minik kuşu. Elbette ki yaşadıkları kolay değil. Bir aileniz var. Başkaldırdığınız için dışlanıyorsunuz. Bir anneniz var ama kokusunu ciğerlerinize çekip sarılamıyorsunuz. Başka annelerde arıyorsunuz maalesef o hasreti, o özlemi ve o kokuyu… Ne olursa olsun; kimsenin annesi, kimse gibi kokmuyor. Son zamanlarda kocaman halimle ben de o kadar özlemişken annemi; minik kuşa diyecek bir şey bulamıyorum…
Minik kuşun zorlu dönemlerinde yanında elinden tutan, varını yoğunu hiç düşünmeden önüne seren bir abla var. Fakat ablanın da imkânları sınırlı. Eğer bu güzel minik kuşa her açıdan destek olmak isterseniz iletişime geçebiliriz…
***
Gelgelelim ikinci minik kuşa…
Bu bir güvercin; Hep söyleriz; “Kuşlar kadar özgür olsak…”
Yok öyle bir şey. Kuşlarda kanatlarını çırpabildikleri kadar özgürler; tıpkı bizim gibi…
Gittiğim yere biraz vaktinden önce gidince vakit geçirmek için gördüğüm bir fırından simit aldım. Hava günlük güneşlik. Fırının kapısında oturmak için bir de bank olunca içimden bir ses; “Tam bana göre.” dedim. Sonra içeriye dönüp; “Bu güzel simitlerin yanında bir de çay olsa’ deyince, babacan bir tavırla fırıncı ustası; “İstediğiniz çay olsun” demez mi…
Çay ve simit bulunmaz bir nimet olmuştu benim için. O arada hemen karşımda kuşlar dikkatimi çekti. Belli ki fırıncının, duvarın dibine serptiği ekmek kırıntıları ve susam taneciklerini tıpkı benim gibi büyük bir şevkle yiyorlardı o kuşlar. İçlerinde bir güvercin dikkatimi çekti. Minicik serçelerden ürküyordu. Ne garip dedim. Meğer güvercinin bir bacağı yaralı, tek bacak üstünde yanlarına yaklaşmaya korkuyordu. Uzaktan uzaktan kırıntı topluyordu. Ne acı. Ah şu çocuklar yok mu?
Yine bir savunmasız ve özgür zannettiğimiz bir kuşun bacağını sakatlamışlar. Ne suçu vardı çocukların? Biz anne ve babalar tepemizin tası atınca ilk sözlerden biri; “Bacaklarını kırarım” olmuyor mu?
Kırmasak da çocuklarımızın bacaklarını beyinlerine yerleştirdiğimiz bir sözle savunmasız bir canlının bacağını kırmasına yardımcı oluyorduk.
İşte böyle…
Havadan sudan bahanelerle içimize acıyı kazıyoruz ve bahar çiçeklerinden kan damlıyor.