Geride bıraktığımız uzun bir bayram tatil sonrası ve ardından açılan yeni öğretim yılı.
Aklımdan ve kalbimden geçen en güzel dileklerimle bir sonraki bayramda tekrar sevdiklerimize kavuşabilmek. Yeni öğretim yılında ise ailelere kolaylık, öğretmen ve öğrencilerimize başarılar dilerim. Dilerim malum günden sonra yaşadığımız tüm sıkıntılarımız bir an önce Ülkemizi terk edip gider.
Hani bazen evlenecek her genç kızın beklediği bir beyaz atlı prens vardır ya işte o’nun gibi bir şey. Allah Devletimize ve Devletimizi idare edenlere kolaylık versin. Yeri geldiğinde kendimize ait ufacık bir sorun ile uğraşamaz iken şimdi dağlar kadar sorunu olan Ülkemizin yöneticilerini bazen düşünmek dahi istemiyorum. Çünkü; her gün yeni haberlere gebe olan bir ülkeyiz. Sanırım bu sorunlar bir hayli sürüp gidecek gibi. Rahmetli annemin bir sözü vardı. Aslında biz kardeşler çok fazla üzmemiş olsak ta annemizi aramızda bazen sorunlar çıkabiliyordu. Kolay değil altı kardeş olmak . Ve hiç kolay değil altı çocuğa annelik yapmak. Düşünürsek eskiden evlerde kendi kendilerine bir hükümeti temsil etmiyorlar mıydı.?
Birbirimizi şikayet ettiğimiz zamanlarda annem “Ben sizin teninizi doğurdum ,huyunuzu doğurmadım ki ….!”
Ne derin ve anlamlı bir söz. Yine de sorunlarımıza çözümü dışarıda aramak yerine içeride çözen bir annemiz vardı .Bu sorunlar içinden çıkamadığımız zamanlar babaya aksederdi. Galiba olayları genele yayıp Ülke bütünlüğü ile düşündüğümüzde içimizde ki sorunları çözmeden dış sorunlara eğildiğimizde iç sorunların ne kadar tehlikeli hale geldiğini gördüğümüzde iş işten çoktan geçmiş oldu.
Biz içimizde ki tehlikeyi atlatmak şöyle dursun şimdi Dünyanın b ir çok yerini saran tehlikeye dikkat çekiyoruz. İyide bizi bizden başka düşünen yok ise Dünyanın tehlikesinden şimdilik bize ne.?
Dünya zaten biliyor ki !
Her zaman tehlike olarak pirincin içinde ki siyah taşları işaret ederler . Halbuki siyah taşların inanıp körü körüne gitmekten başka tehlikesi yoktur. Sıkıysa beyaz taşlara ulaşalım.
Bu siyah ve beyaz taşlar benim aklımı bir hayli karıştırdığından kendimi şehirden çok köye verdim.
Sonra aklıma kötü kötü sorular takılıyor..
Sonra var git diyorum onca profesyoneller varken sana mı ? kaldı diyorum “düşünmek”
Sonra Eylül takılıyor kafama ;
En sevdiğim ay. Her ne kadar “Hazan” adlandırılsa da en bereketli hasat ayıdır. Ne ararsan bulabildiğin . Ama aylarda hastalanmış artık. Olgunlaşmadan yere düşen elmalar, armutlar. Hatta dalında çürümeye başlamışlar. Bizim mis gibi İzebella dediğimiz üzümler fındık gibi küf vurmuş yüzlerine. O güzelim inciler daha olgunlaşmadan çürümüşler. Yok oluyor yavaş yavaş bağlar bahçeler. Tıpkı yok olan ırmakların suları gibi. Hem kimin umurunda yağlıdere, Batlama, Aksu, Gelevera (Dizgine),Çanakçı derelerinin suları enerji üretimi için havuzlara doldurulmuş .İçindeki canlı varlıklar yok olmuş kimin umurunda. Zaten çoğumuza balık tutmayı öğretmeden yemesini öğretmediler mi .?
Yok etmek insanlığın şanlı doğasında yok mu .?
Sonra birden üşüdüğümü fark ediyorum .Çünkü saygı ve sevgi duyduğum insanların ardı ardın meslekten men edilmeleri. Bu sefer yahu ne adammış ki bu kadar çok değeri kendine köle etmiş diyor sövesim geliyor. Kolay değil 40 yılda bire ömre sığdırdığınız evladınız elinizden kayıp gidiyor. Ne olurdu bu önlemler başında alınsaydı, ne olurdu ?
Neyse üşüyorum ben ,kendime ,çaresizliğime..
Sonra buna da şükür diyorum . En azından bize bulaşmamış böyle bir “bela”
Rabbim hepimizin yar ve yardımcı olsun .Benim üşüdüğüm gibi üşümesin yürekler .
Üşüyordum,
Duymuyordu,
Ağlıyordum ..
Görmüyordu..
Ve
Ben görüyor
Duyuyor
Her şeyin suçlusu
Eylül mü?
Diyordum
Kendi kendime..
Eylül mü .?
Ne suçu vardı
Eylül’ün
En güzel renklerini
Güneşi
Yağmuru bereketi
Toprağa sunmaktan
Başka.