Bugünkü sohbetimizin konusu; her ne kadar benim özelim gibi görünse de, sizlerle paylaşmak istediğim konu tam tersine toplum ve toplumsal hizmet verilen alanlardaki diyalog ve iletişim biçimleri üzerine olacak…
Ancak izniniz olursa, az sonra konunun ‘serim’ ini yapabilmem için yine özelimden yola çıkmak zorundayım.
***
Bundan yaklaşık iki yıl önce ‘nodül’ tanısıyla ses tellerimden Trabzon KTÜ Hastanesinde bir operasyon geçirmiş ve bir müddet sonra da aralıklı olarak yapılacak kontrollerimi Giresun’da; Prof. Dr. İlhan ÖZDEMİR hastanesinde (KBB) Kulak Burun Boğaz uzmanı Operatör Dr. Zeynep Alev SARISOY hanımefendinin ‘Randevulu Hastası’ olarak; 09.12.2015 (Çarşamba) saat: 09.00’daki randevuma yaklaşık yarım saat önceden gittim…
Hastane dışında zar-zor arabamı park edecek bir yer bulduktan sonra ise hiç zaman kaybetmeden doğruca, polikliniklere doğru yöneldim. Saat 08.30’u ha geçti, ha geçiyor…
Polikliniklere girilen kapıdan içeriye-dışarıya çıkanın haddi hesabı yok…
Sanki doğal bir afet olmuş veya herhangi bir felaket olmuşta, yaralı-bereli halk yığın-yığın hastane kapısına doluşmuş gibi bir hal var!
Demem o ki, varacağım poliklinik kapısına yan-yan, itişe-kakışa hastalar ve hasta yakınlarıyla birbirimize omuz ata-ata beni muayene edecek doktorum Zeynep hanımın odasının kapısına kadar gelebildim.
Geldim gelmesine de…
Hayda!
Birde ne göreyim, saat; 09.00’da başlayacak muayene (Zeynep hanımın ameliyata girmesi nedeniyle) bir saat sonraya yani saat; 10.00’a ertelenmiş…
Eh, bir saat koridor içinde beklemek hem zor olacağı, hem de kalabalık yapmak yerine, haydi bakalım kalabalığın içinden bir daha dışarıya çıktık…
Dışarıdayım…
Biraz önce de sözünü ettiğim gibi hastaneye girenin çıkanın haddi hesabı yok…
Kimi yeni getirilen hastayla ‘acil kapısından’ içeriye girmeye çalışıyor…
Kimisi ‘yataklı bölüme’ hastasını ziyaret etmek için içeri girmeye çalışıyor. Ben dersen çeşitli ‘gözlemler’ yaparak vakit geçirmeye çalışıyorum…
Ve nihayet vakit yaklaştı tekrar içeriye giriyorum…
Muayene odasının kapısındayım…
Kapının üzerindeki ‘ışıklı dijital çağrı ekranında’ ilk benim adım görünüyor ve çok zaman geçmeden de içeriye çağrılıyorum…
Doktorum Zeynep Alev hanım, daha öncelerinden de tanık olduğum gibi hastasının ilk tedavisini o güler yüzü ve yüzünden asla eksik etmediği o şifalı tebessümü ile; “Buyurun şöyle oturun” dedikten sonra, bilinmesi gereken ön bilgileri sorduktan sonra gerekli kontrolleri yaptıktan sonra bana; “Ameliyattan sonra hiç tomografi çektirmedin değil mi Şaban bey?” diye sorduktan sonra benim yanıtım; “Hayır!” olunca, hemen bir ‘Tomografi’ çektirmemi söyleyerek beni gitmem gereken yerlere yönlendiriverdi…
Sözü uzatmayalım, gerekli fiş-form formalitelerini tamamladıktan sonra tomografi odasına alınıp ‘boyun tomografimin’ çekimi yapıldı…
Sonuçlar, otomasyon ve bilgisayar yoluyla direkt doktoruma gittiği için bende tekrar doktorumun yanına gidip ve gerekli tetkikleri sözlü olarak aldıktan sonra eve döndüm…
Bir gün sonra…
Günlerden Perşembe ve öğleden sonra…
Ev telefonumuzun zili çalıyor…
Açıyor ve soruyorum; “Buyurun kimi aramıştınız?”
Karşımdaki ses güzel bir diksiyonla; “Giresun-Prof. Dr. İlhan ÖZDEMİR Hastanesi’nden arıyorum. Dün hastanemizde muayene olmuşsunuz. Bir şikayet veya memnuniyetiniz olup-olmadığını soracaktım” dedikten sonra bende çok ‘memnun’ olduğumu belirttikten sonra karşılıklı olarak telefonlarımızı kapattık…
Aradan bir saat geçti veya geçmedi bu kez cep telefonumdan (yıllar önce Dereli Lisesinde dersine girdiğim ve öğrencim olan) Celal Turhan aradı ve bana; “Hocam dün yağlı tomografi çekilecekken, yanlışlıkla yağsız tomografi çekilmiş. Onun için yarın bir kez daha yağlı tomografi filmi çekilecek sana gelebilir misin?” sorunca bende; “Tabi gelirim ama öğleden sonra mı öncemi?” diye sorunca Celal; “Fark etmez hocam, tomografi sekreterliği sana yardım eder” diyerek telefonlarımızın konuşma süzgeçlerinden ayrıldık…
Yarın…
Günlerden Cuma…
Saat; 08.00 sularında Tomografi Kayıt Sekreterliğinin önündeyim…
Benin dışımda ve benden önce gelmiş üç kişi daha işlem yaptırıyor…
Sıramı beklerken bir yandan da güler yüzü ve tatlı diliyle işini seve-seve yaptığı her halinden belli olan genç adamı izliyorum…
İçimden; “Bravo” diyorum. “Demek ki şu çivisi çıkmış düzende hala işini seve-seve yapan, aldığı maaşı helal ettirmek isteyenler hala varmış” diye kendi kendime düşünürken, birden “Buyurun beyefendi!” sözüyle irkiliyorum. Ve bende ‘ön bilgimi’ verince, bu kez “Ha, tamam Şaban ağabeyi, bir yanlışlık olup, senin filmin yağsız çekilmiş. Onun için kusura bakma seni tekrar yorduk” diyen bu kibar ve çağdaş iletişimin gereklerini yerine getiren bu genç adama hayran kalmamak mümkün mü?
Hem de en kibar bir biçimde sizinle diyalog kurmasını beceriyorsa!
Neyse (serde eğitimcilik var ya) genç adamın ismini soruyorum; “Benim adım Çağlar YEL diyor…
İçimden tekrar düşünüyorum; “Demek çağlar ha…Demek ki işini severek yaparken boşuna çağlamıyor bu genç adam… Keşke herkeste işini yaparken bu genç adam gibi severek çağlasa!” diye düşünürken, Çağlar beni Acil Servis ve o tarafta işlem görülecek masalara yönlendiriyor…
Gidiyorum…
Önlerinde bilgisayarlı iki masa ve başlarında da, bir yetişkin bayan ile bir çocuk yaşta dinilecek bir erkek genç görevli oturuyor. Benden önceki hastanın işlemini yaptıktan sonra bana dönerek ve suratında kasılan bir ifadeyle; “Nüfus kimliğini ver!”
Ben: “Verir misin demek istiyorsun herhalde?” deyince…
Bu kez suratının üzerine düşürdüğü başka anlamsız bir mimikle ve gözleri adeta “Buranın kralı” benim dercesine; “He, verir misin?” dedikten sonra, ben daha fazla üzerine gitmeden işimi görüp, acil denilen bölüme giriverdim…
Genç bir hemşire hanım ve yanında iki stajyer öğrenci beni az önce yüzü sirke satan genç gibi; “Otur şuraya aç kolunu” komutunu öyle bir verdi ki, inanın dövmediğine şükrettim dersem galiba biraz abartılı kaçar ama ancak bu davranış biçimleri de ancak böyle ifade edilebilir diye düşünüyorum…
Her neyse, bu mesleğini değil, kendini beğenmiş Hemşire hanım soğuk bir suratla önce sağ kolumu açtırdı, ve damar aradı da bulamadı mı, yoksa (kolum çok acıdığına göre) yanlış bir yere mi soktu iğneyi bilemem, sonra sol kolumu açmam için komut verdikten sonra tabi ki bu kez de sol kolumuzu uzattık kutsal görevini yapan(!) bu hemşire hanıma ve şırıngayı bu kez sol kolumuzdan yiyerek doğruca Tomografi filmi çektireceğimiz odanın kapısına geldik…
Sıram gelince yine beni azarlayarak içeriye davet edecek birisini bekler ve umut ederken, yeşil-beyaz üniformalı bir hemşire hanım, olanca sevimliliğini ve kibarlığını ön plana çıkararak; “Şaban Karakaya!” diye seslendi…
İçeri girdiğimde beni diğer güler yüzlü mesai arkadaşı ile birlikte öylesine içten ve öylesine hastasına saygı ifade eden davranış ve sözlü iletişim köprüsü kuruyorlar ki bu sağlık melekleri, insan bütün hastalığını orada yitiriveriyor!
Daha doğrusu biraz önce ki -iletişim yoksulu- personellerin sizde bıraktığı bu olumsuzlukları, iletişimi -insanlık düzeyinde tutan- bu ‘sağlık meleklerinin’ güler yüzlülüğü ve iletişimi bütün olumsuzlukları üzerinizden alıveriyor…
Sonuç olarak; Giresun-Prof. Dr. İlhan ÖZEDİMR HASTANESİ’nde görevini severek yapan personeller insanı mutlu ettiği gibi mesleğini sanki dayak zoruyla yapan- isteksiz ve istek dışı yapan görevlilerinde olması insanı gerçekten üzüyor…
Sonuç olarak; “Üzüm üzüme bakarak kararır” denildiğine göre, umarım en kısa zamanda -olumsuz ve asık suratlı hizmet verenlerde- kendilerini düzeltip -işini severek ve güler yüzlü hizmet verenleri- örnek alırlarda, sağlık hizmetini en üst düzeylere taşırlar…