GERÇEK DÜNYANIN PENCERESİ

GERÇEK DÜNYANIN PENCERESİ

İnsan hayatı bir varoluş ve bir yok oluşun hikâyesidir. Tıpkı başı ve sonu olan masallar gibi. Masallar genelde güzel biter. Kendimizi o masaldaki kahramanın yerine koyup hayaller dünyasında yaşarız. Bütün bu arayışlar da arzulanan sadece mutlu bir yaşamdır. Masallarda genellikle nefsin taleplerine yönelik bir yaşam anlatılır. Mutluluğun nefsin talepleri gerçekleştiğinde oluşacağının zannı hakîmdir insanoğlunda.

Gönlümüzde hep masal dünyasındaki ya prenses veya prens olma hayali yatar. Oysa gerçekleşmesi mümkün olmayan her şey masallarda yer alır. Masal olduklarının farkında da olsak hayal kurmaktan geri kalmayız.

Artık masal dinlemeyecek bir yaşa geldiğimizde ise bu duyguların yerini yaşamda vereceğimiz mücadeleler yer alır ve gerçek dünyanın penceresi önümüzde açılmıştır. Bu pencereden hayata bakışımız da artık önem kazanmıştır.

Yaşamdaki imtihanlarda bir kısım insanlar dünyaya geliş amacının ne olduğunun farkında değilse; hayatını nasıl yaşaması gerektiğinin bilincinde olmadan bu dünyadan göçüp giderler.

Öyle insanlar da vardır; onlar bu dünyada varoluş nedenini sorgulayıp, cevabını Kur’ân penceresinden bakarak ararlar ve mutlaka dünyada bir masal kahramanı gibi mutlu yaşarlar. Varlığımızı borçlu olduğumuz Rabbimize Hamd ve şükrümüzü eda edebilmemiz ancak hayat kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i yaşamakla mükellef olduğumuzun bilincine varmakla mümkündür.

İNSANLARA SEVGİ PENCERESİNDEN BAKABİLMEK İÇİN BİR MÜRŞİD LAZIM

Bugün nefretin ve düşmanlığın kol gezdiği dünyada; bir mürşidi olmadığında insanoğlu kendisinde eksik olan ‘sevginin’ yerine öfke ve kini iç dünyasına yerleştirmiş. Sevgiyi nasıl bulacağını bilememenin sıkıntısı içinde saldırgan bir tavır sergileyerek etrafına fayda yerine zarar verir bir tablo sergilemeye başlar.

Hesap gününün varlığını yok sayarak bir hayat yaşamak, insanoğlu için mutluluk reçetesi olamaz. Bu tarz bir yaşamın kendisine mutluluk getirmeyeceği gerçeğinin farkında olmadan Don Kişot gibi kılıç sallayanlar, köklerinden kopmuş bir fidan misali oradan oraya savrulmakta. Kısaca yalnızca acınarak bakılacak bir tablo oluşmaktadır.

İnancı ve düşüncesi ne olursa olsun özgürlüğün alabildiğine asırlarca yaşandığı bu Anadolu topraklarında huzur ortamını bozmak, sevgiden nasibini almamış insanların varlığını bize göstermektedir.

Bakın Fransızların ünlü romancısı Honoré de Balzac ne söylemiş: “Sevgi; sevdiğin kişinin mutlu olduğunu gördükçe onların mutluluğu ile mutlu olabilme sanatıdır.”

Bir Fransız yazar, sevgiyi bu kadar güzel tanımlarken; bizler bu tanımın neresindeyiz?

Zarar verdiğimiz insanların, mutsuzluğuna sebep olmakla mutluluk mu duyuyoruz? Aydın görünmeye çalışırken acaba başkalarının hayatını mı karartıyoruz?

Herkes aynı görüşte olmayabilir, ama önemli bir faktörü devre dışı bırakamayız. O faktör karşılıklı duyulacak saygıdır.

Saygı kelimesi her zaman başına bir ek alır. O da; ‘SEVGİ’dir. Bu iki kelime hep birlikte telâffuz edilir. SEVGİ ve SAYGI. ‘Sevgi’nin olmadığı bir noktada ‘Saygı’ da yer almaz. Mutluluğu yaşamak istiyorsak hayatımızda bu iki ana unsur yer almak durumundadır.

Sevginin iç dünyamızı kaplaması, bizi mutluluğa ulaştıracak temel ilkelerden biridir. Yüce Rabbimizin murad-ı ilâhisi de, sevgiyi iç dünyamıza yerleştirip huzur ve mutluluğu yaşamamız.

Sizlerle her yazımızda vurgu yaparak idrâkimiz ölçüsünde paylaştığımız bu muhtevanın reçetesi ise hayat kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de,” verilmiştir.

Gerçek dünyanın penceresi; Yüce Yaradan’ın emirlerine uyulması ve Kur’ân-ı Kerim-i yaşanmasıdır.

İç dünyamızda sulh ve sükûn yoksa; huzursuzluk ve kavga varsa mutlu olmamız söz konusu olamaz. Böyle bir insan huzursuzluğunu ve mutsuzluğunu dışa vurmaktan çekinmeyecektir. Bu ise toplumu kaosa götüren en önemli unsurlardan biridir.

Bu mükellefiyeti yerine getirmemiz için, ezelde ‘Kalü Bela Günü’nde verdiğimiz ahdimizi yerine getirmeliyiz. Dünya hayatını yaşarken; ruhu, fizik vücudu, nefsi ve iradeyi sahibimiz olan Allah’a yaşarken teslim etmemiz olmazsa olmaz şart. Bizi ‘Kalü Bela Günü’nde toplayan Rabbimiz buyuruyor.

7/A’RÂF-172; “Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

İşte o gün ‘E Lestu Birabbikum Günü’, Allahû Tealâ bütün insanlarla konuşuyor; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim”? sorusuna cevap: “Belâ.” “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” diyoruz. Rabbimiz bu sözün üzerine; “Ben sizin Rabbiniz olduğuma göre, Bana teslim olacağınıza dair sizlerden yemin istiyorum ey nefsler, misak istiyorum ey ruhlar, ahd istiyorum ey fizik vücutlar. Sözlerimi işittiniz mi?” Biz de diyoruz ki; “İşittik.” Allahû Tealâ buyuruyor ki; “Öyleyse itaat edin.”

5/MÂİDE-7: “Allah’ın, sizin üzerinizdeki ni’metini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.”

16/NAHL-9: “(dergâhlardan Sıratı Mustakîm’e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah’ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.”

3/ÂLİ İMRÂN-133: “Ve Rabbiniz’den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!”

Mangal ateşinde pişen kahvenin lezzeti ve kokusu normal ateşte pişenden farklıdır. O yoğun kahve kokusu; Yemen illerinde yaşayan bir Allah dostunun varlığını hissettirir : “Hz. Üveys El Karani”

Gelin bu huzursuzluk ve mutsuzluk ortamından vazgeçip, Hakk dostu olan Yunus ne söylemiş kulak verelim:

“Gelin tanış olalım.

İşi kolay kılalım.

Sevelim sevilelim.

Dünya kimseye kalmaz.”

İşte Yunus’u mürşit kapısına götüren bu istek değil miydi?

Allah’a ulaşma dileği. Yunus Emre Hazretleri, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri’nin tesirli sözlerinden sonra günahlarından arınmak için bir çare arıyordu ve aradığını bu kapıda yani mürşit kapısında bulmuştu. Çünkü onu Allah’a götürebilecek ve günahlarından kurtaracak olan tek kapı, mürşid kapısıydı. Sahâbe de aynı şekilde Peygamber Efendimiz Muhammed (S.A.V)’in kapısında ömrünü harcamamış mıydı? Allah dostları da kendilerini mürşid elinde eğitmemiş miydi? Yunus Emre Hazretleri der ki: “Tapduk’un tapusunda kul olduk kapısında, Yunus miskin çiğ idi, piştik elhamdülillah.”

Yunus’u ilk önce uyandıran ve aklını başına getiren Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri, onu terbiye edecek olan Taptuk Emre’ye sevk ediyordu ve şöyle söylemişti: “Yunus’un nasibi, Taptuk Emre elindedir. Artık, kilidi ona verildi.”

Onun tek dileği, Allah’a dost olmaktı ve ölmeden önce ölmek ve her şeyini feda ederek Allah’a teslim olmak ve sevgisinde yok olmak ve ölmeden önce Allah’ın Zat’ına gitmekti.

Nebîler Sultanı Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V), bir Hadîs-i Şerifleri’nde şöyle buyurur: “Mutu en kable temutu ölmeden önce ölünüz.” (Buradaki ölmeden önce ölünüz ifadesi ölmeyi değil, hayatta iken hidayete ermeyi, Allah’a ulaşmayı ifade eder. )

İşte Yunus Emre Hazretleri’nin de yaşadığı hayat, ölmeden önce ölmek, ölmeden önce ruhunu Allah’a ulaştırmaktı ve mürşidinin, Taptuk Emre’nin kapısında Allah’a ulaşmayı dilemiş ve ölmeden önce ruhunu Allah’a ulaştırmış velâyet makamlarını geçmiş, Allah’ın dostu olmuştu.

Gerçekten Rabbine ulaşmayı dileyen kişi, mutlaka kendisini Allah’a götürecek bir öndere, mürşide ulaşması ve tâbî olması gerekiyor ki neden gerekiyor?

Çünkü Allah farz kılmıştır. Olmazsa olmaz şartı. Böylece mürşidin kılavuzluğu altında ve ondan aldığı feyzle nefsini tezkiye ederek Allah’a ulaşabilsin, Allah’a erebilsin, Allah’a dost olsun. İşte kişiyi Allah’a götüren, Yunus’u aşka, yanmaya götüren; Mevlâna’yı Mevlâna, Üveys’i Üveys yapan Peygamberimiz Muhammed (S.A.V) Efendimize ve mürşidimize duyulan sevgidir. Ancak şu dünya hayatını yaşarken: “Allah’ım! Senin dostların gibi, Yunus Emre gibi, Mevlana gibi, Aksemsettin Hz. gibi ben de ruhumu Sana ulaştırmayı diliyorum. Senin dostun olmak istiyorum” diye kalbinden sadece bir dilek dilenmelidir.

Abdulkâdir Geylânî Hazretleri veya Necmeddin Kübra Hazretleri, Eşref Rumî Hazretleri ve onlar gibi büyük Allah dostları tasavvufu yaşamış, yıllarca çabalayarak kemale ermiş olan, Allah’ın vazifeli kıldığı kâmil mürşidlerdi ve birçok Allah dostları onların vesilesi ile nefslerini terbiye etmişler, Allah’a ulaşmışlardı. Abdulkadir Geylanî Hazretleri hidayete erdiren Devrin İmamı’ydı. Mürşidler, Allah’a ulaştırmaya vesiledirler.

Eşref Rumî Hazretleri de şöyle buyuruyor: “Hak yoluna sülûk etmek isteyen kimseye ilk önce ŞEYH-İ KÂMİL gerektir. İnsana Allahû Tealâ’yı ve insanları ancak kâmil bir mürşid sevdirebilir.”

Gerçekten de Eşref Rumî Hazretleri’nin söylediği gibi: “Allahû Tealâ’yı sevmeyen, O’na talip olmaz. Ancak seven Rabbini ister, O’na ermeyi, O’na ulaşmayı diler ve O’na dost olur.”

Dünyanın kimseye kalmayacağı gerçeğinden yola çıkıp, birbirimizin can dostu olalım. Rabbimize dost olmakla başlayan sevgi dünyamızda bir mürşidin elinden tutalım.

Sevgi ile kalın…

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?