ÇUVALDIZI KENDİMİZE BATIRMAK

ÇUVALDIZI KENDİMİZE BATIRMAK

Gerek Türkiye, gerekse dünya Müslümanları olarak geride bıraktığımız iki asır içinde iyi bir sınav verdiğimizi söyleyebilmek çok zordur. Bu dönem içinde bizden ya da dışımızdakilerden kaynaklanan muhtelif sebeplerden dolayı, cehaletin karanlığından kurtularak, İslam’ın aydınlığına bir türlü kavuşamadık. İçimizde çıkan veya çıkartılan kısır çekişmelerden, ayrışmalardan, tartışmalardan ve anlaşmazlıklardan dolayı oluşan güvensizlik ve huzursuzluk ortamı, değişik oranlarda da olsa, hepimizi bir şekilde etki altına aldı. Dolayısıyla, söz konusu süreç içinde ağzımızın tadı bozuldu; ideallerimizde sapmalar, itikadımızda arızalar, amellerimizde kaymalar meydana geldi. Netice itibari ile, kardeşlik hukukunun yara aldığı, tevhit bilincinin, ümmet birliğinin sarsıldığı bu talihsiz zaman dilimi tarihimize utanç dönemi olarak geçeceğe benziyor.

Peki bu hale nasıl geldik, çözüm önerileri nelerdir? Olayları analiz ederken çuvaldızı kendimize batırmak yerine ucuz kahramanlık yaparak, devamlı başkalarını suçlarsak tespitlerimiz afaki olur, önerilerimiz havada asılı kalır. Dolayısıyla, istemesek dahi sadece havanda su dövmüş oluruz. Sebepler elbette fazla, bir yazının hacmine hepsini sığdırmak ta mümkün değildir. Ama can alıcı birkaç misal vermekte fayda var…

Evvel emirde, Müslümanlar olarak hayatımızı Kur’an-a uydurmak yerine Kur’an-ı hayatımıza uydurmaya yeltendik, çözülme buradan başlamış oldu. Kur’an-ın ilk emri “İkra” (Oku) olmasına rağmen yeteri kadar okuyamadık, okuduğumuzu  anlayamadık, anladıklarımızı da hayata yansıtamadık. İslam’ın iki ana kaynağı olan “Kur’an ve sünneti” arka plana iterek, kulaktan dolma bilgilerle veya dıştan gelen telkin ve talimatlarla hayatı şekillendirmeye kalkıştık. Sonuçta bid’at ve hurafelerin ağır bastığı, özde değil sözde İslami bir kimliğe büründük. İslam’ı kendi kaynaklarında değil, başka yerlerden öğrenme sevdasına kapıldık, fakat bu bize pahalıya mal oldu.

Dinimiz meşru metotlarla çalışmayı emredip ibadet sayarken; bizler çalışarak kazanmak yerine kısa yollardan köşe dönmeyi, gayrı meşru yollardan zengin olmayı yeğledik.  Eşyanın tabiatı gereği çalışanlar kazanıp, biz kaybedince de kabahati hükümlerine fazla itibar etmediğimiz İslam’a ve Müslümanlığımıza yükledik; bu hususta elimize su koyan olamaz.

Her vesile ile birlik ve beraberlik temennisinde bulunduk, ama gerçek anlamda birlik ve beraberliğin tesisi için “ fikirde, söylemde ve eylemde “ aynı noktada buluşmanın elzem olduğunu hiç hesaba katmadık. “ Dirlik ve dirilik için, birlik ve beraberlik gerekir ” dedik, fakat bunu hayata hiçbir şekilde yansıtamadık.

Benliğimize, kimliğimize sahip çıkarak, “değişmeden gelişmemiz” gerekirken; başkalarını körü körüne taklit etmeye yeltendik. Neticede ne “başkaları olabildik, ne de biz olarak kalabildik.” İki arada bir derede perişan bir halde ortada kalakaldık.

Üç beş günlük geçici ve aldatıcı dünya sefası için vermediğimiz taviz, tahrip etmediğimiz değerlerimiz kalmadı. Ömer HAYYAM’ın dediği gibi: “Yamandık dünyamızı yırtarak dinimizden. Din de gitti dünya da gitti elimizden…”

Meseleye bir başka zaviyeden bakalım: geçtiğimiz asrın ilk çeyreğinde din eksenli Osmanlı Devleti dağılıp, yerine Laisizm temelleri üzerine inşa edilen Cumhuriyet kurulunca, mevcut sistemin emniyeti ve bekası uğruna, din sosyal hayatın dışına itilmiş ve dindarlara işkence seviyesine ulaşan eziyetler ve baskılar uygulanmıştır. Bu dönem gerçek tarih yazıldığında elbette aydınlanacaktır, “ ama ba’del harab-ül Basra… “

1950 yılında DP’nin iktidara gelmesi ile bu dönem kısmen sona erdi, sular yatağına doğru akmaya yeniden başladı; fakat insanlar bu dönemin travmasından uzun süre kurtulamadılar, o acıları unutamadılar. Bilahare baskıların şokundan kurtulan Müslümanlar STK bağlamında hayatın sosyal alanlarına el atarak, hızla dernekler, vakıflar kurdular, cemaatleşmeye başladılar, tarikatları yeniden canlandırmaya önem verdiler. Ne var ki, zaman içinde, “hayra hizmet” amacıyla kurulan bu dernekler ve vakıflar, büyük oranda amacı hilafına faaliyetlere bulaştılar ve yörüngeden saptılar. Kimileri birilerinin siyasi emellerine, kimileri bir takım insanların menfaatlerine alet edilmekten kurtulamadılar.

Detaya giremiyoruz, “anlayana sivrisinek saz.” Söz konusu bu hengamede kurulan İslami cemaatlerden birisi, Vatikan’ın,  “ diyalogdan amaç: İsa (a.s) ‘ın öğretilerini tüm insanlığa kabul ettirmektir “ itirafına rağmen, diyalog tuzağına düşerek, Müslümanların itikatlarını örselemek ve İslam dünyasını birileri için “şamar oğlanı” konumuna düşürmek bedbahtlığına alet olmuştur. Bir diğeri ise, “Kur’an-a hizmet” sloganı ile yola çıkmış olmalarına rağmen, süreç içinde idealde sapmalara uğramış, başlangıçtaki safiyetinden, halis  niyetinden epeyce uzaklaşmıştır.

Nefis tezkiyesi ve muhasebesi yaparak, Allah’a giden yolda müritlerine yardımcı olmaları gereken bazı tarikatlar son asır içinde, tamamı olmasa bile tamamına yakını asli görevlerinden epeyce uzaklaşmışlar; bağlılarını İslami şuurdan yoksun Cihat fikrinden uzak tutmak için adeta yarışır olmuşlardır. Ve üzülerek ifade edelim ki, İslam’ın özü olan ve her Müslüman’ın ilgi duyması gereken birtakım sözde tarikatlar bugünkü haliyle “ Allah’a giden yolda barikat “ olmuşlardır, ve bu barikatları aşamayan insanların Allah’a ulaşmaları adeta imkansız hale gelmiştir. Söz konusu birtakım dernekler, vakıflar, cemaatler ve tarikatların “İslam’a hizmet” iddialarına rağmen, neden İslami hassasiyeti olan siyasi oluşumları değil de, Amerikan emperyalizmine bir şekilde hizmet eden oluşumları destekledikleri her zaman merak konusu olmuştur. Tabiidir ki ABD doları ile cüzdanlarını şişirenler, vicdanlarının sesini duyamaz olurlar ve başkalarının ağzıyla konuşmaktan, efendilerinin menfaatlerini korumaktan başka bir şey düşünemez hale gelirler. Söz konusu sivil oluşumların Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği tesis etmeleri gerekirken; birtakım ayrışmalara, kin ve husumete, gareze sebep olduklarını görmezden gelemeyiz.

Bu hazin tablonun nedenlerini sayarken, Müslüman olduklarını söyledikleri halde Kur’an-a çağdışı diyen, İslam’ın adını irtica, Müslüman’ın adını mürteci koyan, iman ve amel konusunda bigane kaldıkları halde, başkalarını da kendileri gibi olmaya zorlayan malum kişi ve kuruluşları da zikretmemiz gerekir.

Hayatın içinde her gün şahit olduğumuz ve yaşadığımız bunca negatif manzaralar neticesinde, bundan farklı bir tablo görmeyi arzu etmek hakkımız olmasa gerekir. Zira kuluçkaya yatan hayvanın altına tavuk yumurtası koyarsanız tavuk civcivi, ördek yumurtası koyarsanız ördek civcivi çıkar.

O halde çare nedir? Çare: Kur’an-a iman etmek, İslam’a dört elle sarılmak. Bunun dışındaki tüm reçeteler yeteriz, bütün yollar çıkmazdır.

Selam, Hakk’a tabi olanlara…

Sosyal Medyada Paylaşın:
Önceki Yazı
Sonraki Yazı

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?