Bugünkü yazımda, Allah’a ulaşmayı dileyerek kurtulan kadın ve erkelerden bahsetmek istedim…
O muhterem hanımefendiye nispetle günümüzde İslam’ı yaşadığını sanan çok sayıdaki Müslüman; Dinimizi asli kaynaklarından öğrenemeyelim diye dilimizle oynadılar. Arapça eğitimini zorlaştırıp azalttılar. İlahiyat camiası dahi kaynak eserlere İngilizce tercümeleri üzerinden ulaşmaya başladı. İlimden irfandan yoksun sözüm ona hocalarla ilmin ve bilginin ağırlığını ve toplum nezdindeki kıymetini hafiflettiler. Bu ve buna benzer çeşitli hara kiriler ile % 97’si Müslüman olan bir halkın hayatını gayr-i İslami bir hale sokma gayretindeler.
Tefekkür edelim; Müslüman’ız ama Müslüman gibi yaşıyor muyuz? Düşüncelerimiz ve yaşam tarzımız ne kadar İslam’a uygun? “Âmâ”larımızı, nefsimizi bir tarafa koymayı başarıp hayatımıza bir bakalım, sözde Müslüman gibi mi, yoksa özde ve sözde ve davranışta Müslüman gibi miyiz? Kısacası Müslüman olmanın şuuruna sahip miyiz?
Şuurlu bir Müslümanın doğruları dininin doğrularıdır. Çünkü o eğmeden, bükmeden, zamana uyarlayacağım diye fesada uğratmadan, Yüce Allah nasıl istemiş ise öyle yaşar. Zamanının firavunlarına teslim olmadan, yapayalnız kalacağını da bilse, ayıplanıp dışlanacağını da bilse dininin doğrularından sapmayan, Allah’ın rızasını her türlü dünya nimetine tercih edebilen bir Müslüman, şuurlu bir Müslümandır.
Kulluk, itaat, sadakat ve teslimiyet timsali Hz. Asiye…
Kalplerden geçenleri dahi işiten Semi’, her gizliyi açık seçik gören Basar ve hiçbir şey bilgisinin dışında kalmayan Âlim Allah’u Teâlâ’nın nazarında halimize çeki düzen vermek; süslü cümleler kurmaktan daha çok şey ifade eder.
“İşittik ve itaat ettik.” sözü öyle muazzam bir güce sahiptir ki sahibini asırların hafızasına kazır ve unutulmaz kılar. İşte Nil’in kraliçesi Asiye onlardan biridir. Üstelik o, bu sözü devirlerin en büyük zalimi karşısında söylemiştir. İtaatinin ve sadakatinin karşılığında Allahu Teâlâ’nın indinde öylesine has bir makama ulaşmıştır ki, Hz. Resûlu Ekrem Muhammed Mustafa ( S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır: “Kadınlardan kâmil olanlar 4 kişidir. Firavun’un hanımı Müzâhim kızı Asiye, İmran kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice ve Muhammed Mustafa (S.A.V.) kızı Fatıma. Bunların en üstünü ise Fatıma’dır.”
Kocası kâfir olup kendisi mü’mine olan mü’minlere misal olarak gösterilen Firavun’un eşidir Hz. Asiye. Musa ( A.S.) zamanında yaşamıştır.
Firavun, bir rüya görmüş ve rüyasını bir kâhine yorumlatmıştı. Kâhin şöyle demişti: “İsrailoğulları’ndan bir erkek çocuk dünyaya gelecek, saltanatınıza zarar verecek, feci bir şekilde helâk olmanıza sebep olacak.” Bunun üzerine Firavun, İsrailoğulları’nın kadınlarını alıkoyup erkek çocuklarını öldürtmeye başladı.
Firavun’un zulmünden evladını kurtarmak isteyenler çoktu ama hiçbiri bunu başaramadı. O günlerde, sokakların taze kana boyandığı, yeni doğmuş çocukların cansız bedenlerinin caddeleri bürüdüğü sırada Musa (A.S.)’ın doğumu gerçekleşmişti. Bebeğini kucağına alırken sevinmesi gereken annenin yüzü derin keder dalgaları ile örtülü, gözleri yaşlarla doluydu.
Keder yükü altında ezilen annenin imdadına vahyin serin esintisi yetişti. Çocuğunu endişe etmeden emzirmesi, şayet onun hakkında bir fenalık hissederse bebeği bir sandık içersinde Nil Nehri’ne bırakması, mahzun ve mükedder olmaması ve çocuğun kendisine iade edilip büyüdüğünde kendisine Peygamberlik rütbesi verileceği vahy edilmişti. Kaçınılmaz âkıbet kapıya dayanınca, Musa(A.S.)’nın annesi, Allahu Teâlâ’nın kendisine bildirdiği şekilde onu bir sandığa koyup Nil Nehri’ne bıraktı.
Kutlu emanetin, anne kucağından çıkıp Nil’in sularına salınması ile ibretle dolu yolculuk başladı. İlâhî kudretin bir araya getireceği övülmüş ve yüceltilmiş iki insanın karşılaşmasına az kalmıştı.
İçi cevher yüklü sandık, Nil’in bir ucundan kendini suya bırakmıştı. Suyun yıkayarak geçtiği sahilin sakin bir köşesinde ise cemâlinin güzelliği suya, ruhunun berraklığı yüzüne aksetmiş Asiye nedimeleri ile Nil’in endamını seyre çıkmıştı. Birden nehrin ortasındaki karaltıyı fark etti. Gözlerinin diktiği bu karaltı sahile doğru yaklaşmaya başlayınca Nil’in kraliçesi olacakları fark etmiş gibi dikkat kesilmişti. Sandık sazların arasına geldiğinde nedimelerine seslendi:
“Nehrin içinde bir sandık görüyorum. Çabucak alıp buraya getirin. Zira şu sandık beni her şeyden daha fazla heyecanlandırıyor.”
Emre uyan nedimeler, sandığın örtülerini kaldırınca irkildiler:
“Efendimiz, bu bir bebek! Henüz dünyaya gelmiş bir erkek çocuk! Eğer yüce Firavun onu görürse hemen öldürülmesini emreder.”
Asiye’nin kalbi hem bu olayın tesiriyle, hem de Firavun’un neler yapabileceğini düşündükçe hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı.
“Biliyorum, hemen bana verin, onu görmeliyim. Zavallı annesi onu, Firavun’un korkusuyla Nil’e bırakmış, zavallı çocuk… Buraya kadar gelmeyi başarmış bu çocuğa, bahşedilmiş olan ömrü korumak için ne gerekiyorsa yapacağım. Onu kendi himayeme alacağım ve büyüteceğim. Onun için Firavun’la ben konuşacağım. Ne pahasına olursa olsun bu çocuğun yaşamasını sağlayacağım.”
Firavun, bu hiç beklenmedik olayla şaşırmıştı. Bir bu sevgili kadının yüzüne, bir kucağında tuttuğu gürbüz bebeğe bakıyordu. Ya bu çocuk ‘O’ çocuksa. Kendi elleri ile beslediği bir hain diğerlerinden daha güçlü olmaz mıydı? Aklına geliveren bu soruları daha başlangıçta, gönlünün sultanının hükmüne kurban etmişti, sevgili eşi böyle istiyordu. Firavun’un Asiye karşısındaki zayıflığından önce ilâhî takdir bu karara varmıştı. Çocuk sarayda kalacaktı. En seçkin bakıcılar tahsis edilecek, en büyük hocalar onu yetiştirecekti. Belki ismi bile Firavun tarafından konulan bu çocuk onlara tahmin edemeyecekleri bir âkıbet hazırlıyordu.
Hz. Asiye’nin iman ettiği açığa çıkınca, Firavun yıkılmış, öfkesinden adeta çılgına dönmüştü. Aklı olanları bir türlü almıyordu.
Firavun, güneşin altına 4 kazık dikilmesini ve Hz. Asye’nin elleri ve ayaklarından olmak üzere bağlanmasını emretti. Kavurucu sıcak, yakıcı hararet, kumların dağlayan temasları sıradan bir insanı birkaç saat içinde istenilen her sözü tekrara ikna eder. Ancak, bir iman dağına sahip olabilenler karşı durabilirler. Hz. Asiye çok defalar inkâra teşvik edilip zorlandıysa da hep aynı cevabı veriyordu:
“Allah’tan başka ilâh yoktur. Musâ, O’nun Peygamberidir.”
Sonunda göğsü üzerine çok ağırca bir taşı yuvarlayıp oturttular. Taşın altında ezilip, güneşin sıcaklığı ile kavrulduğu bir sırada, yanına yaklaşmayı başaran, belki de Peygamberliğinden, Hz. Asiye’nin çektiği işkenceleri görerek vazgeçsin diye yaklaşmasına bilhassa izin verilen Hz. Musa’yı gören Hz. Asiye sordu:
“Ey Musa! Söyle bana, Rabbim benden hoşnut mu, yoksa bana kızgın mı?”
İşkence altında eziyet çekmesine rağmen aklında sadece Rabbinin hoşnutluğu endişesini taşıyan Hz. Asiye, gören gözlere, işiten kulaklara büyük bir ibret levhasıydı. Hz. Musa:
“Ey Asiye! Göklerin melekleri senin yolunu gözlüyor, hepsi senin özlemini çekiyor, Yüce Allah seninle iftihar ediyor… Rabbim buyurdu ki sen ne istersen o muhakkak sana ihsan edilecektir.”
Allah Teâlâ Hazretleri Hz. Asiye’nin bu niyazını bize Kur’an’da şöyle bildiriyor: “…( O Firavun’un işkencesi sırasında:) ‘Ey Rabbim! Bana katında, cennettin içinde bir ev yap ve beni Firavun’dan ve onun ( kötü) işinden kurtar. Hem de beni o zalimler topluluğundan selamete çıkar.’ demişti.” (Tahrim Sûresi 66/11)
Firavunun karısı Asiye Allah’a ulaşmayı diyerek kurtulmuştur.
Kur’an-ı Kerim; 2 Peygamberin eşlerinin ihanetine karşılık, azılı bir kâfir olan Firavun’un mü’min hanımı îmân edenlere örnek olarak veriyor. Bu hanım diyor ki: “Rabbim bana Kendi katında, cennette bir ev yap. Beni hem firavundan hem de o zalimler kavminden kurtar.”
Asiye, ‘isyan eden kadın’ demektir. O, Allah’a itaat etmeyen birine kocası da olsa, isyan etti, asiye oldu. Hz. Asiye, Firavun’a isyan edip Allah’a ve Peygamberi Hz. Musa’ya iman ederek itaat etmenin bedelini canıyla ödemiştir. Allah’ı itaat edilecek tek merci kabul ettiği için işkencelere maruz kalan Hz. Asiye, Kur’an’da mü’minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir. İsyan edilmesi gerekenlere, sırf bedel ödemenin dünyevi zorluklarından dolayı itaatte kusur etmeyenin, Hz. Asiye gibi zulme ve haksızlığa isyan edemeyenlerin kulluktan nasiplerinin kuru iddiadan öteye geçmeyeceği aşikârdır.
TAHRÎM-10: “Allah, kâfirlere, Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un hanımını örnek verdi. İkisi de, salih kullarımızdan iki kulumuzun (nikâhı) altındaydı. Fakat ikisi de ihanet etti. Bu yüzden ikisine de, Allah’tan bir şeye (azaba) karşı, onlardan (eşlerinden) bir fayda olmadı (onları kurtaramadılar). Ve onlara: “İkiniz de ateşe girenlerle beraber (ateşe) girin.” denildi.”
Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımları onlara ihanet ettiler. Onların eşlerinin cehennemden kurtulması konusundaki talepleri hanımlarını cehennemden kurtaramadı. Ve onlara “cehenneme girin” denildiği ifade ediliyor. Yani Allah, zamanı sıfırlayan sonsuz hızı sebebiyle kıyâmet koptuktan sonraki zaman parçasından sesleniyor.
Yine Hz. Nuh’un oğlu da Allah’a ulaşmayı dilemediği için babasına tabi olmadığından tufandan kurtulamamış ver helak olup gitmiştir. Babasının Peygamber olması oğlunu kurtarmamıştır.
HÛD-42: “Ve o (gemi) onlarla, dağ gibi dalgalar içinde yüzüyordu. Ve Nuh(a.s), ayrı bir yerde duran oğluna seslendi: “Ey oğulcuğum, bizimle beraber bin ve kâfirlerle beraber olma!”
Hz. Nuh, oğlunun kâfirlerle beraber olmasını istememiş ve kenarda duran oğluna, kendisiyle beraber gemiye binmesini ve kâfirlerle olmamasını söylemiştir. Ama oğlu gemiye binmemiştir.
HÛD-43: “(Nuh (A.S.)’ın oğlu şöyle) dedi: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” Nuh (a.s): “Bugün Allah’ın emrinden koruyan bir koruyucu yoktur. (Allah’ın) rahmet ettiği kimseler hariç.” dedi. Ve ikisinin arasına dalga(lar) girdi ve böylece boğulanlardan oldu.”
Nuh (A.S)’ın oğlu, Allahü Tealâ tarafından boğulanların arasına yazılmış (Hud-37) ve kendi bu sebeple gemiye binmeyi istememiştir. Kendi iradesiyle kendisini mahkûm etmiş ve boğulmuştur. Allahü Tealâ zulmedenler için 37. ayet-i kerimede diyor ki:
HÛD-37: “Vahyimizle ve Bizim gözetimimizde gemiyi inşa et (yap)! Zulmedenler hakkında Bana hitap etme. Onlar, muhakkak ki; boğulacak olanlardır.”
Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.) kendisini büyütüp koruyan amcası Ebu Talip, Allah’a ulaşmayı dilemediği için kendisine tabi olmadığından dolayı çok üzülmüştür. Bunu gören Allahü Tealâ, O’nun üzülmemesi için Kasas Suresi’nin 56. ayetini indirmiştir. Ayette hidayete ermek isteyen kişinin kim olursa olsun, hangi iyiliği yaparsa yapsın ancak kendisinin serbest iradesi ile dilemesi halinde ancak hidayete erebileceğini, onu kendisine ulaştıracağını söyleyerek Peygamberimizin üzülmemesini bildirmiştir.
KASAS-56: “Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin (onun ruhunu Allah’a ulaştıramazsın). Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Ve O, muhtedileri (hidayete erenleri) daha iyi bilir.”
39/ZUMER-54: Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
..
Allah’a ulaşmayı dileme davetini işiten kişi, “Evet, emanet olan ruhu hayattayken sahibi olan Allah’a ulaştırmalıyım. Çünkü istesem de istemesem de ölümle bu ruh Allah’a ulaşacak. Ama ölümle ruhun Allah’a ulaşmasında benim irademin bir dahili yok. Kader tahtında gerçekleşiyor. Ben eğer Rabbimin benim için dilediği mükafatlara nail olmak istiyorsam, irademle bunu dilemem lazım.” diye düşünerek, üzerine düşen vazifeyi yerine getirecektir.
Allah’a ulaşmayı dileyen kişiye Allah Rahman esmasıyla tecelli edecek ve kişinin işitenlerden olmasını sağlayacaktır. İşitenlerden olunca, bu kez davetin ikinci kısmı devreye girecektir.
Allah razı olsun. Sevgi ile kalın.