Şimdi üst başlıkta da belirttiğim gibi bugün bu köşede ben konuşmuyor ve çok uzaklardan gelen bir konuğumu ağırlıyorum…
Daha doğrusu, bugün sayfada ‘yazı yazma’ hakkımı bir dosta veriyorum!
Ve bu değerli insanı şimdi kısaca size de tanıtmak istiyorum.
Biliyorsunuz yaklaşık bir ay önce (geçen yıl kaybettiğimiz) Sema Yazıcıoğlu (Kör Sema) adına bir ‘Tiyatro Oyunu Yazma Yarışması’ düzenlemiş ve yapılan değerlendirme sonucu da BİRİNCİLİĞİ yarışmamıza Amerika’dan katılan; Emin KEŞMER’İN yazdığı oyun kazanmıştı…
Henüz yüz-yüze tanışmadığımız ve sadece ‘Bilgisayar Penceresinden’ yazışma yoluyla ve ‘facebook’ denilen sayfadan tanışık olduğumuz değerli yazar (meğer aynı zamanda meslektaşmışız) geçtiğimiz gün bana aşağıdaki ‘Anı- Öykü’ diyebileceğimiz ve yaşanmış güzel bir anıyı benimle paylaştı…
Daha doğrusu paylaşma şekli durup-dururken birdenbire olmadı…
Emin KEŞMER isimli yazarın, yarışma sürecinde öğretmen olduğunu ve emekli olduktan sonra ABD’ye gittiğini söylemişlerdi. Bende ‘sosyal medya sayfasını’ kullanarak tanışmak isteyince, değerli meslektaşım bana aşağıdaki ‘Öğretmen Okuluna Giriş’ anısını yazarak gönderiverdi.
Öykü gerçek olduğu kadar, üzerinde düşünülmesi gereken bir öykü olduğu için (kendisinden izin aldıktan sonra) sizinle paylaşmak istedim.
Ben sevdim…
Umarım sizde seversiniz…
ANI HİKAYE
ÖĞRETMEN OKULUNDA BÜYÜK TORPİLİM
(Emin KEŞMER)
1969 yılı eylül başı olmalı, Trabzon’da bulunan yatılı öğretmen okulunun test sınavını kazandığıma dair bir yazı geldi, beni ikinci sınav için çağırıyorlar. . Zaten arkadaşların uyarısı ile bir tek bu sınavdan haberim olmuştu ve gidip Giresun’da girmiştim, iyi ki kazanmışım. Nasıl sevinçliyim artık. Benim için adeta bir kurtuluş! . Zira ailemin beni ortaokulda nasıl okuttuğunu, üç yılda üç ayrı ailenin yanında nasıl yaşadığımı, orta üç hariç nasıl perperişan olduğumu düşündükçe lise için büsbütün umutsuzum, ne yapacağımı bilmez haldeyim. Okul vakti yaklaşıyor ya ailem daha çaresiz. . Rahmetli babam hiç belli etmese de heyecana gelmiş, gidip Tirebolu esnafından bir torpil bulma gayretine düşmüş, kendi mantığınca da haklı: ‘’Aga, biz fakirük, bu oğlan imtihanı kazandı emme bu ikinci imtihan işi benim kafama yatmadı, bu bedavayı bize yedürmezler!’’ demiş. Demiş de kapı kapı dolaşıp Trabzon’da tanıdığı olan birini arıyor, boş durmamış. Benim haberim yok ya. . Neyse sınav günü geldi, biz uzak yer diye bir gün önceden çıktık yola. O zamanlar Tirebolu’dan günlük, eski model, burunlu yirmi kişilik otobüslerden biri Giresun’a biri Trabzon’a kalkıyor. . O gün biz Trabzon yolcusuyuz artık, bindik. Ömrümde ilk defa Görele’nin ötesine geçeceğim, heyecanlıyım. Ama babam benden daha heyecanlı… Harc-ı âlem pantolon gömlek vesaire satan bizim kaza esnafının birinden bir kart almayı başarmış: ‘’Hamili kart yakînimdir, lüzum eden alâkanızı arz ve rica ederim!’’ . Yolda bir kişiyle ahbap oldu babam, kartı gösteriyor heyecanla, bu kartı filancıdan aldım diyor, gönderdiği adam çok etkiliymiş, Trabzon elinde dersem inan demiş bizimki. ‘’Yok aga, fakire kazandırırlar mı, mümkün değil! Ne olursa olsun, ille de bi adamın olucak! Yoksa yüzüne bakmazlar yüzüne!’’ diye tekrarlayıp duruyor. Ben utancımdan yerin dibine giriyorum. Babama ‘’dur yapma’’ diyemiyorum. Rahmetli biraz da her meselenin çok ciddi konuşurken bile dalgasını geçer, komiğini çıkarırdı ya; tekrarlayıp duruyor… Ben sinirden titriyorum… ‘’Yok be adamım, diyor, yok, fakire ekmek yok bu memlekette! Adamın arkan yoksa yedürmezler! Bereket versin habu adamı bulduk da bu işimizi inşallah halledecüük yoksa…’’ . Nihayet vardık Trabzon’a, otobüs bizi Meydan denen yerde bıraktı, indik. Babamın otobüste edindiği ahbap bizim elimizdeki adresi sordu orada bir dükkana, çıktı ve bize -adını sonradan öğrendiğim- Kunduracılar Caddesini gösterdi: ‘’Buradan devam edin yolun çatallandığı yerde gene sorun, orada imiş!’’ Babam teşekkür etti ve biz vakit geçirmeden doğru bizim adamımıza -bana imtihan kazandıracak kudretli kişiyi bulmak için- yollandık. . O günkü cadde bugün gibi aklımda, aynımda. Büyük bir merakla bakıyorum etrafıma, yürüyoruz. Bir yandan da çok ayıp birşey yapıyoruz duygusuyla keyifsizim, utanıyorum ama babama nasıl laf anlatayım? . Gide gide vardık nihayet. Sonradan Semercilerbaşı olduğunu öğrendiğim yerdeyiz, tarihi küçük dükkanlar, üstünde bir ev dahi yok, belki bir küçük deposu olan alçacık damlardan müteşekkil. Dar, küçük bir dükkana girdik, iki kişi oturuyor, iş kıtlığından belli ki çay filan içip laflamaktalar. Babam selam verdi, ‘’Pazar ola efendi, hayırlı işler!’’ Başında örgü bir bere-kavuk olan bizim köylü gibi bir adam, buyurun dedi. Babam neşeli, güleç, sevimli bir iştiha ile kartı uzattı. Adam ‘’Nedir birader derdiniz?’’ dedi de yapabileceği pek birşey yok belli. Babam yana yakıla anlattı: ‘’Biliyorum ki bu çocuğu imkan yok kazandırmazlar efendi, ocağına düştük!’’ diyerek yalvaran sözlerini bitirdi. Adam çaresiz, ben fark ediyorum ama ne yapayım? Yanındaki adama dedi ki: ‘’Yahu Muhittin, bizim mahallede bir hoca vardı ya hani, o hangi okuldaydı ya?’’ ‘’Ha, sen Sabri Hocayı diyorsun o Yenimahalle’de bir mektepte öğretmen ama valla ben de tam bilmiyorum?’’ ‘’Ya, onunla bir konuşsak mı?’’ ‘’Akşam bizim şeyin oradaki kahveye geliy, orada görürüz illaki Cevat Abi…’’ . Adamcağız biraz da mahçup bizi yolcu etti, Tirebolu’daki esnaf arkadaşına da selam gönderdi bizimle. Akşama Sabri Hocayla konuşup işi halledecekler! . Çıktık gidiyoruz, bari okulu bir sorup görelim dedik artık. Babamda ses yok. Epeyce gittik, okul da yakında imiş, tarif ettiler. Yürüyoruz. Babamın canı sıkkın: ‘’Buradan birşey çıkmayacak, annaşıldı!’’ diyebildi. ‘’Hah, şunu bileydin!’’ diyemedim. Ben rahatım da onun yüzü düştü. . Vardık okula. Bizim gibi gelip soranlar da mı var nedir, birkaç kişi daha var, boş değil. İlanlara baktık, orada bilen birine sorduk… Sabah sekiz buçukta o bahçede olmalıymışız, isim okuyup sınav yerlerine alacaklarmış, kalem-silgi, nüfuz cüzdanı getireymişiz. . Babam o arada nasıl becerdi bilmem, okulun giriş kapısındaki kulübede bekleyen müstahdemle kafayı uyduruvermiş. Adamla fısır fısır birşeyler konuşuyorlar. Müstahdem de ağzının içinden çok yavaş ama katı bir yerel ağızla konuşuyor, çok kulak vermezsen ne dediği duyulmuyor, ağır, sessiz bir adamcağız. Babam sayıp döküyor gene: ‘’Efendi, eline ayağına düştük! Buradan bize ekmek yok! Biz fakirük hani. Amanı bilmez misin?’’ Adam bekleyin burada dedi ana binaya gitti. Babam dedi ki adamın ardından: ‘’Bu adamı benim gözüm tuttu, adam konuşurken bile fısıltıyla konuşuyor, siyaset bilir birine benziyor. Ekini belli eden biri mi, baksana? Bizim gibi farfar değil bir kere! Öyle langır lungur bir havada değil! İş halledecek biri…’’ . Of ki of. Nasıl laf anlatayım bu deli babama? Durdurmak na-mümkün! Utanıyorum ama yüzüne de celleyip birşey diyemiyorum. Müstahdem geldi, idareden postaneye gidecek evrak var deyip çağırmışlar belli ki elinde bir çanta, çıktı, biz de onunla postaneye kadar yürüdük. Babam tekraren durumumuzun aciliyetini belirtti.
O yine sakin: ‘’Oldi oldi! Bakacağuk bakalum!’’ Ayrıldık orada. . Ertesi gün sınava girdim. İyi bir öğrenci sayılırdım, bir matematik sorusu hariç hepsini yaptım hemen de. Sözelden kompozisyonum zaten iyiydi. Sonra köye döndük. Köyde öğretmenlerle de çözmeye çalıştık ama onlar da altından kalkamadılar o sorunun. Bir gün komşunun katırıyla odun taşıyorum ve sınav filan da aklımda yok. Pat diye zihnime düşmesin mi, yolumun üzerinde okula uğradım, bana bir kağıt kalem verin dedim ve matematik sorusu aha böyle çözülecek! Öğretmen de akrabamız, ‘’Evet yaa!’’ dedi. . Gel zaman git zaman haber bekliyoruz. O müstahdem bize bir telgraf çekti, kazandığımı bildirdi. Gidip kaydoldum. Bir manada derece yaparak kazanmışım ama 16. mı 12. mi, 24. mü unuttum, 30.dan aşağı bir sayı yani. O zamanlar öğretmen okullarına cin gibi fakir ailelerin çocukları gelirdi. Ne zeki ne yetenekli arkadaşlar gördüm, tanıdım orada… . Üç yıl o okulda okudum. O müstahdemi her görüşümde babamın o günkü telaşını hatırlayarak, biraz da utanarak ve mahcup gülümseyerek selam verdim hep. O benim büyük torpilimdi ve belki de hayattaki en büyük ilk ve son torpilim. Büyük bir ihtimalle ölmüştür, yaşlıydı epeyce, Allah rahmet etsin. Adını bile -dilimin ucunda ya- hatırlayamadım şimdi. Ama ne önemi var. Onun o sakin, o ağır, o efendi, o insan tavrı hep gözümün önünde ya… Hey gidi günler demek geliyor şimdi içimden. 47 koca sene geçmiş üzerinden, dile kolay! 27 Nisan 2016 Florida-USA- Emin KEŞMER