ZIR CAHİL

ZIR CAHİL

Bugün, bana ait olan bu köşenin ‘konuk minderine’ yine çoook-çok uzaklardan gelen bir konuğumu oturtmak istiyorum!

Aslında bu köşenin müdavimleri, tiryakileri bu ‘konuğumu’ daha önceden de tanırlar diye düşünüyorum.

Çünkü bugün ‘köşe minderinde’ konuk edeceğim kişiyi sizler aslında daha önceden tanıyorsunuz.

Hani, Sema Yazıcıoğlu (Kör Sema) adına düzenlediğimiz ‘Tiyatro Oyunu Yazma Yarışmasında’ taaa, ABD denilen ülkeden katılıp ve yazdığı oyunla ‘Birinci’ gelen yazarımız.

Aynı zamanda benim hem benim meslektaşım, hem aynı zamanda hukukçuların meslektaşı olan bu değerli insanla yüz-yüze bende tanışmamış olup, sadece yazdığı güzel öykülerin anlatımı ile tanışıyoruz.

Az sonra okuyacağınız öykü; sosyo-ekonomik, psikolojik ve asıl önemlisi öğretmen yetiştiren okullarda ‘formasyon’ olarak okutulması gereken bir öykü diye düşünüyorum.

En iyisi sözü daha fazla uzatmadan, buyurun birlikte okuyalım.

ZIR CAHİL

(ANI ÖYKÜ: Emin KEŞMER)

Nihayet ilkokul öğretmeni olarak atandım. 1972 Eylül’ü, 18. yaşıma girmişim. Doğu Karadeniz’in bir dağ köyüne. Dağ dediysem sahiden dağ, kıyılardan yükselenleri saymak lazım değil, yürüme dört saatlik yol. Oh ne güzel, memleketime epeyce de yakın bir yer dedim ya demez olaydım. Keşke çok daha başka, uzak bir yer olsaymış. Bizim okuldan bir yıl önce mezun bir arkadaş da o köyde değil miymiş? Ne müthiş bir haber! Nasıl ve nerde buluştuk? Birlikte mi gittik oraya? Sonra yatak yorgan denk edip nasıl çıktık o derbeder yere, nasıl yerleştik? Çok da hatırlamıyorum. Ne yer içerdik? Bir bakkalımız vardı, en çok da menemen mi yapardık; bazen kaşar karpuzla mı geçiştirirdik çaresiz? . Okulda beş öğretmen var, kalabalık bir köy. Hemen hepimiz aynı yaşlardayız. Bir yerli müdür vardı, tayin olup merkeze gitti, biz kaldık kendi başımıza. Yine de mühim ideallerin hevesiyle çıkmışız yola. Her şeye rağmen Cumhuriyetin yılmaz bekçileriyiz! Halkımız bizden çok şey bekliyor, ışık olacağız onlara! İnançlıyız, gönlümüz yüce! Bizde böyle eğilimler vardır, okulumuzu, öğretmenlerimizi, eskileri hamasi bir dille ulularız daima. Hatta kendi gençliğimizi de… ‘’Ah! Neydi bizim zamanımızda be!’’ deriz. ‘’Ne biçim öğrencilerdik?’’ ‘’Ne yaman hocalarımız vardı anasını satayım! Ne acayip, ne sıkı eğitim verirlerdi bize ya!’’ ‘’Sınıf geçmek mi? Nerdee?’’ ‘’Birikimli adamlardı bir kere!’’ ‘’O zamanki eğitim üniversitede verilmiyor artık üniversitede!’’ ‘’Şimdiki dersler, bugünkü işler çocuk oyuncağı be gözüm!’’ . Sahiden öyle miydi? Yıllar geçtikçe bize mi öyle gelmekteydi? Kim bilir? Ama ben kendi adıma pek de öyle düşünmüyorum. Hani bir manada ‘’zır cahil’’ idim öğretmen olarak atandığımda diye geçiyor aklımdan hep. Başka türlü yorumlamam zor sanki, hele ululamak ne kelime? İyimser bir sonuç desem? Elimde değil. Belki arkadaşlarım çok faydalandılar, bayağı yetkin oldular, gereği kadar olgunlaştılar da, ben o kadar zeki olmadığımdan ya da yaramazın teki olduğumdan geri mi kaldım acaba diye düşündüğüm çok olmuştur. . Üçüncü sınıfların öğretmeniyim, bir gün sınıfımda bir öğrenci diğerinin birşeyini ‘’çalmış’’! Hani babasının gurbetten getirdiği bir kalem kutusu mu öyle birşey! Kutusu çalınan: ‘’Aha, diyor öğretmenim, şurasına ismimi yazmıştım, silmiş işte!’’ Öbürü haliyle itiraz ediyor ama duruşu hiç de kendinden emin değil, yavan! ‘’Ben de adımı yazmıştım!’’ diye kekeleyip susuyor. Onlara yakın oturan bir iki öğrenci de: ‘’Evet bunundu, biz de gördük Hocam!’’ filan diyorlar ya, geriye tereddüt kalmıyor; mesele ortada. . Ben tabi sürünün başıyım, çobanlık görevini deruhte ediyorum ya, adaleti sağlayacağım artık! Suçluya da münasip bir ceza! Bigane kalmak olmaz! Kutuyu ‘’çalan’’ çocuğun iki yanağına patlatıyorum şamarı! ‘’Otur! Al sen de kutunu, sen de otur!’’ diye bağırıyorum. ‘’Bir daha böyle birşey duymayayım ha! Yoksa kafanızı kırarım!’’ ‘’Hırsız’’ oğlanın alı al moro mor! Mesela şu ki başka bir yol bilmiyorum. Yani okullarda ne gördü isek o! Bizim o anlı şanlı hocalarımız bizi nasıl ve nice tehditle, meydan okumayla terbiye ettilerse o! Ailelerimiz bu gibi durumlarda ne yapmışlarsa o! Köyümüzde büyükler meseleleri nasıl çözmüşlerse tam da o yolla! . Hâlâ o ‘’hırsız’’ çocuğa içim acır, hâlâ gönlüm kanar, yüzüm kızarır. Ve hâlâ utanç duyarım. Bu muydu bizim iyi eğitilmişliğimiz? Bu muydu övündüğümüz, hamasetimiz? Ya ben o zaman nasıl davranmalı idim? Nasıl kalp kırmadan uygun bir ders vermeliydim? Var mıydı bir yolu yöntemi? . Bir iki gün sonra o ‘’hırsız’’ çocuğun babası geçiyor kahvenin önünden. Bugün gibi aynımda hali, bana büyük bir kırgınlıkla, yüzü kıpkırmızı, çok da üzgün; diyor ki: ‘’Hocam siz evdeki kardeşinizi yahut çocuğunuzu herhalde iyi bilirsiniz? Ben de öyle bilirim kendi çocuğumu! Haberiniz olsun!’’ . Of ya! Bu mu benim yaptığım kabalığın karşılığı? Bu ne ezilmişlik? ’’Hırsız’’ damgası yemiş çocuğu için bu ne zarif sitem? Birşey diyemedim, unutamadım da yıllar geçti! Ya ben ne biçim bir öğretmendim? Bu muydu yani? Bir yerlerde birşeyler değil çok şeyler eksikti de nelerdi acaba?

Ne yazık ki ben bilmiyordum! .

O olaydan beş altı yıl sonra bir lisede öğretmenlik yapıyorum. Orta kısım da lise bünyesinde. Ortaokul birlere de derse gidiyorum. Aynı olay yine gelmesin mi başıma.

Bir oğlan, ‘’İşte bu benim Hocam! Arkadaşım şeyimi çalmış!’’ Aha şurasında şusu var burasında busu var… diye sayıp döküyor, şikayet ediyor. ‘

’Suçlu’’ olanı gene çaresiz belli.

‘’Ver onu bana!’’ diyorum sertçe! ‘’İkiniz de oturun bakayım! Ne demek arkadaşım şeyimi ‘çalmış’? Bu ne biçim söz? Teneffüste ikiniz de bana gelin, ben o zaman ne söyleyeceğimi bilirim size!’’ . Teneffüste geliyorlar, boş bir odaya alıyorum onları: ‘’Sakın! diyorum şikayetçi olana, sakın!

Öyle tam olarak bilip anlamadan ‘almış, çalmış, hırsız’ gibi kelimeleri aman kullanma. Bak sen olgun, akıllı bir çocuksun, gözümden düşersin sonra! Al bakalım seninse! Belki de düşürdün, arkadaşın da buldu! Belki başka bir şey!

Ağzından bu ve benzer sözler çıkmasın bir daha, duymayayım!’’ Alıyor eşyasını gidiyor beriki. Ben öbürüne, ‘suçlu’ olana dönüp sarılıyorum: ‘’Bak güzel çocuğum, nasıl ve nice olmuşsa önemi yok ama ne olur dikkat et! Sen çok temiz kalpli, saygılı, efendi bir çocuksun, görüyorum. Ola ki kendini mahcup edecek birşey yapma hayatta! Olsun mu canım? Haydi dersine git. Senden iyi şeyler bekliyorum, derslerine daha çok sarılmanı istiyorum, sorumluluklarını yerine getirmeni!

Tamam mı canım?’’ ‘’Tamam, diyor, tamam öğretmenim!’’ Gözleri parlayarak çıkıp gidiyor. Ben yıllar önce tokatladığım o çocuğu düşünüyorum! O ‘’suçlu’’ çocuğu, utanç içinde bıraktığım, kalbini kırarak yerine oturttuğum, damgaladığım çocuğu! 11 Mayıs 2016 Florida

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?