BEKTAŞ – YAVUZ KEMAL YAYLA MACERAMIZ

BEKTAŞ – YAVUZ KEMAL YAYLA MACERAMIZ

Şehrin stresinden bunalan, bir değişik ortamı arayanlara ilaç gibi gelecek öneridir. Bahar geldi. Fırsat buldukça yaylalara çıkın.

Geçen hafta bizde öyle yaptık. Teklif Mehmet Uzun’dan geldi.

İlk molamızı Yavuzkemal Camiyanı Beldesi’nde verdik. Bir bardak çay içmek için oturmuştuk. Bizi ayakta karşılayan ve sıcak ilgi gösteren köylülerimizin ikram ettiği çayları ret edemezdik.

Konuklu Köyünden geçip Bektaş’a tırmanırken güneşin ve berraklığın aşkına arabamızı durduruyor, dışarı çıkıyoruz. Yerde bir gün önceden yağmış 20 santim kadar taze kar var. Kollarımızı yukarı kaldırıp karşımızda dikilmiş Karagöl dağlarından kopan soğuk yellerden bir kısmını paslı ciğerlerimize çekiyoruz. Hızımızı alamayıp yanı başımızda yükselen karla kaplı bir tepeye tırmanmak, etrafımızı oradan seyretmek istiyoruz. Bir kaç dakikalık bata çıka yürüyüşün ardından, kendimizi tepenin başında buluyoruz.

Mehmet Uzun ve Mimar Mehmet tepenin ekolojik durumunu incelerken; mihmandarımız İrfan Baykara’ya tek tek karşımızda uzanan karlı dağları soruyorum. Karşı ki sivri tepe Çaldağı, Üstümüzde karlar içinde kalmış olan Bektaş Yaylası, güneyimizde süt beyazı Karagöl Dağları, doğumuzda Kümbet Yaylası. Hepsi de bembeyaz karla kaplı. Baharın adı yok.

Giresun’daki havaya aldandık, hafif giyindik. Güneşe rağmen kuvvetli esen dağ rüzgârından titremeye başladık. Rüzgârın şiddetinden ceket düğmelerimizi bile kapatamıyoruz.

Turistik bir dernek yöneticisi Mehmet Uzun ve Mimar Mehmet Beyin turistik tesis yapmak için yaptıkları tepe incelemesi biter bitmez; arabamızın yanına inip ver elini Bektaş diyoruz.

Köy içinde tamamı açık olan yolda, yükseldikçe kar yığınları oluşmaya başladı. Altımızda 4×4 var. Kim tutar bizi. Artık karın yükseltisi 50 santime yaklaştı. Bizden önce yoldan geçmiş, köylülere ait olan traktör izlerini takip ederek ağır ağır ilerliyoruz.

Bir virajda kara gömülüyoruz. Şuracıkta 600 metrelik yolumuz ya var, ya yok. Kaptana “arabayı zorlama. Yürüyerek gidelim”. diyorum. Genç uşak. Kanı kıpır kıpır. Çok meraklı da…Bektaş’a tırmanabilme zevkini tadacak. Arkadaşlarına hava atacak.

Motor gücü ile dura kalka Bektaş Körükkaya’nın altındaki düzlüğü çıkıyoruz. Buradan Bektaş Yaylası çarşı içine kadar düz bir yoldan gidiliyor. Yerdeki kar kalınlığı bir metreyi çoktan aştı. Üstüne birde 40 santim kadar taze kar yağmış. Arabadan iniyoruz. Bektaş’a yaya girmek istiyoruz.

Kaptanı arabası ile baş başa bırakıp izli yoldan yürüyüp şaka cımbış çarşı içine giriyoruz. Akıllı telefonu olanlar iki adımda bir poz verip resim çekiyor. Bu güzel anıyı resimlemek istiyor.

Çarşı içinde uzanan sokak yer yer 3 metreyi bulan karlarla kaplı. Çoğu dükkânlar kar altında kalmış. Yayla evleri yarı bellerine kadar yükselen karla kuşanmış. Çatılarda ise kar kalmamış. Anlaşılan Güneş yumuşatmış, rüzgâr uçurmuş. Beyazlığın içinde biten kardelen çiçeklerini anımsatıyorlar.

Biz çıkarız da Konuklu’lar durur mu? Bir kahvehane, bir kasap dükkânı açılmış, müşteri bekliyorlar. Kahvede bulunan ve bizleri gören 10 kadar köylü dışarı çıkıp bizi hoşluyor. Birlikte kahveye giriyoruz.Güpür güpür yanan odun sobasının başına halka halinde dizilip oturuyoruz. Ocakta demlenen çayı beklerken sohbetin dibine dalıyoruz.

İki bardak çay içip mihmandar İrfan’la Bektaş’ı dolaşmaya çalışıyorum. Bektaş Yayla etrafında 1500 tane yaylacı konutu olduğunu öğreniyoruz. Manzara müthiş. Gözümüzün alabildiği tepeler kar, etekleri ormanla örtülü. Görüş alanımız yüz kilometrenin hayli üzerinde. Ta karşımda uzanan Sisdağı yaylamızı bile net görüyorum. Başında beyaz fesle namaz dini mi bine benziyor.

Sabah kahvaltımı yapmam rağmen acıkıyorum. Saatte 13.00 olmuş. Yoldaşlarıma kasapta ters asılı koyun etini göstererek “yemek yiyelim. Kasaba et sipariş edeceğim” diyorum. Mimar Mehmet Giresun’da işinin olduğunu. Gitmemiz gerektiğini söylüyor. Ayaklarım arabaya doğru yürürken, nefsim kasapta asılı ette kalıyor.

Bizi güler yüz ve konukseverlikle ağılayan Muhtar dahil Konuklu Köyü sakinlerine teşekkür ederek yayladan ayrılıyoruz.

Yolda telefonla temas kurup Yavuzkemel Belediye Başkanı Abdullah Önal ‘ın Süllü’deki çalıştığı yere iniyoruz. Sayın Başkan arabası ile yolumuza geliyor. Bizi Süllü Mahallesinin kırsal bir alanına çıkarıyor. Köyünü ve hizmetlerini anlatıyor. “75 yerleşim yerim var. Merkezden 47 kilometre uzaktaki mahallelerime bile hizmet götürmek zorundayım. Buna mukabil elimde dört makinem mevcut. Her yere koşmaya çalışıyorum ”diyor.

İlahiyat mezunu, cin gibi akıllı ve çalışkan, çok başarılı ve fedakâr başkanın bu dağ başlarında yapmaya çalıştıklarını dinliyoruz.

Yerde kar yok. Yeni yeni uzamaya başlayan büyük bir çimenin ortasındayız. Ortamda bahar kelebekleri ve bal arılar uçuşurken, tepemize kadar çıkmış güneşin altındayız. Gözlerim açmamış fındık dallarında. Yanmış mı, yoksa açmamış mı onlara bakıyorum.

Konu turistik yatırımlar ve tesisler. Başkan ideallerini anlatıyor. Kulağımız başkanın anlattıklarında.Bu bölge için turizm ilaç gibi bir şey.

Derken Başkan: ”Yavuzkemal Yaylamıza da çıkalım” diyor.

Ormanlar arasından geçen asfalt yolu tırmanarak Yavuzkemel yaylasına varıyoruz. Başkan yeni açılmış, temiz görünümlü bir lokantanın yanında duruyor.”Herhalde açıktık, birlikte yemek yiyelim “diyor.

Başkanın teklifini kabul ederken; ben göz ucu ile Mimar Mehmet Bey’e bakıyorum. Bektaş’ta” işim var ”diyen Mehmet Bey’den çıt çıkmıyor.

Sosyal Medyada Paylaşın:
Önceki Yazı
Sonraki Yazı

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?